"Lider"
(The Leader)-Karl Marx'ın Hayatı (Animasyon)
Marksist Araştırmalar'da teorik incelemeler, pedagojik metinler ve eleştiri yazıları yer alır.
31 Mayıs 2022 Salı
29 Mayıs 2022 Pazar
İnsanın Tarihsel Gelişim Aşamaları
Ercan Arslan
1. AŞAMA
Üç
boyutlu görme, ellerin tutucu özelliği ve başparmağın evirilmesi, ormanların
azalması sebebiyle dik yürümeye başlama, böylece ellerin boşta kalması, boyun
kaslarının zayıflaması (beyne baskının azalması) gibi unsurların birleşmesiyle,
insansıların, alet kullanmaya ve üretmeye başlaması, insanlaşma sürecinde ana
unsurdur. Bu sayede ilk insanlar doğayı değiştirmiştir. Çok uzun süren çocuk
bakımının olması, sosyalleşmeyi, ana
çocuk arasındaki bağın kuvvetli olmasını, dilin gelişimini, toplu halde bir
arada bulunmayı gerektirmiştir. Diğer hayvanlar ana karnında gelişimlerini
tamamlamakta, doğar doğmaz ayağa kalkabilmekte, 3-5 ay sonrasında yetişkinliğe çoğunlukla
ulaşmaktadır. Bu da, hayvanlar arasındaki bağın güçlenmesine engel teşkil
etmektedir.
Bu
aşamada, insanların bilgi birikimi azdı. Doğa koşulları kalabalık olmayan insan
gruplarının yaşamasına elverdiği ölçüde, uzun yıllar değişim ihtiyacı doğmamıştır.
Burada herkes eşittir, sadece fiziki eşitsizlikler, yetişkin bireyler ile
bakıma muhtaç çocuk ve yaşlılar arasında eşitsizlikler olabilir. Grup yaşamak
için uyum içinde çalışmıştır. Nüfus az olduğundan bolluk vardır. Geçim yolu,
avcılık-toplayıcılıktır. Zamanla bolluk sebebiyle nüfus artmaya başlar. İklim
değişimlerinde, gruplar değişen koşullara göre artan nüfusa bakabilmek için
aletleri çeşitlendirir. Bu sayede zor koşullarda ayakta kalırlar. Doğayı
tanımaya başlarlar, bilgi birikimi artar ve bilgiler nesilden nesile aktarılır.
Bu dönemde doğaya bağımlılık fazla olduğu için, bu bilgiler hayati önemdedir. Etkileşimde
bulundukları diğer insanlar da, bu bilgileri öğrenir. Avcı-toplayıcı oldukları
için hep bir yere bağlı değillerdir. İklimsel oynamalara göre sürekli yer
değiştirmek zorunda olmalarından dolayı, diğer gruplarla daha çok etkileşimde
bulunurlar. Elde edilen bir bilgi çok uzaklara kadar gidebilmektedir. Bu bilgiler,
bu dönemde hayati önemde olduğundan unutulmaz. Küçük gruplar halinde
yaşadıklarından ve her grubun belirli bir bölgede yaşaması sebebiyle grupların karşılaşmamaları
imkânsızdır. Bir grup bir aleti bulduğunda ve kullandığında, diğer gruplarla
yakın olmalarından dolayı, bu alet hayati önemdeyse ve grupların yaşamasını
kolaylaştırıyorsa, diğer gruplar da, aleti üretip kullanmaya başlar. Bu durum,
bir ağ gibi bütün gruplara yayılır. Afrika’da bulunan bir alet endüstrisi, Avrupa’ya,
Asya’ya, hatta Amerika’ya bile gidebilir.
1.
aşamada nüfus az ve topraklar geniştir. İlk insanlar alet üretmeyle doğaya hâkim
olmaya başlar. Ürünü daha kolay elde ederler. Bunun neticesinde nüfus artar. Kendi
bölgelerindeki av hayvanları önceden nüfusa yetmekteyken, giderek yetmemeye
başlar. Bu nedenle, bölgelerini genişletir, başka bölgelere giderler.
Nüfus
azlığı ve yaşam alanlarının genişliği, uzun bir süre grupların aynı taş
endüstrisini kullanmayı beraberinde getirir. Oldowan taş endüstrisi ve ondan
sonra gelişecek olan Aşölyen teknik, 2 milyon yıla yakın sürmüştür. 200-100 bin
yıl öncesine geldiğimizde, alet üretim tekniklerinde değişim meydana gelir. Grupların
nüfusu artmaya başlamıştır. İlk başlarda doğanın sundukları yeterli
düzeydeyken, nüfus artmıştır ama doğadaki hayvanlar ve bitkiler kısıtlı
olduğundan, artan nüfusa yetmemeye başlar. Hatta bazı türleri yok etme sınırına
getirir. Hayvanlar giderek azalır. İklimdeki dengesizlik ve hayvanların
azalması veya göç etmesi, daha ayrıntılı ince aletler yapılmasını beraberinde
getirir.
1.
dönemde gruplarda herkes eşitti. Çünkü burada hiç kimsenin kimseye ekonomik
üstünlüğü yoktu. Bu yüzden, bu döneme ana-erkil diyemeyiz. Belki sadece
doğurgan olduğu, grupların devamını sağladığı için kadınlara saygı duyulmasından
bahsedilebilir. Bu dönemde gruplar, dişi ve erkeğin koşullara göre baskınlığı
ile karakterize edilebilir. Örneğin şempanzelerde, eğer grupta erkek oranı
fazlaysa ve dişiler azınlıktaysa, “alfa erkeği” öne çıkmaktadır. Eğer dişiler
çoğunlukta erkekler azınlıktaysa, “alfa erkeği”nin baskınlığı azalmaktadır
(Bonobo’larda “alfa” dişidir).
2. AŞAMA
Nüfus
çoğalmış, av hayvanları nüfusa göre azalmış ve iklimsel koşulların değişmesi
sebebiyle artık erkekler avdan eli boş dönmeye başlamışlardır. Erkekler avlanma
faaliyetleri boyunca haftalardır grubun yerleşim yerine dönmemişken, kadınlar
ise yerleşim yerinde kalmışlar, yaşlılara ve çocuklara bakmışlar, toplayıcılık
yapmışlar ve grupların hayatta kalmasında belirleyici bir konuma gelmişlerdir. Kadınların
ekonomik üstünlüğü oluşmuştur. Bu ekonomik üstünlük, üst yapı kurumunu da
beraberinde getirmiştir. Ayrıca kadının doğurgan olması, kabileyi çoğaltması
gibi nedenler, onun üstünlüğünü beraberinde getirmiştir. Bu döneme ana-erkil
diyebiliriz. Bu dönemde üst yapı kurumları belirginleşmeye başlar. Öteki dünya
inanışı belirir. Gens'in oturması/normlaşması gerçekleşir. Sanatın başlangıcı
bu döneme tekabül etmiş olabilir. Bu dönem 120-40/30 bin yıllarını kapsamıştır.
Bu aşamada, alet endüstrisi ise Levallois ve sonlara doğru Musterieen olarak
adlandırılır.
Öteki
dünya inanışı, dinin oluşmaya başlaması bu döneme rastlar. Bunun sebebi doğayla
iç içeyken, mevcut bilgi birikiminin onu açıklamaya yetmemesidir. İnsanı en
fazla etkileyen unsurlarda, bir yaratıcılık ve kutsallık aranır olmuştur. Av
hayvanlarını çoğaltmak ve avın başarılı geçmesini sağlamak için, ritüellere
yönelmişlerdir. Örneğin uzman avcılar hayvan kılığına girerek, gençlere av
öncesi bir nevi prova mahiyetinde bilgi birikimi aktarımında bulunmuş olabilir.
Toprak ananın/doğanın bereketli olmasını sağlamak için de, bu ritüellere
yönelmiş olabilirler. Kadın, toprak anaya benzetilir ve doğurgan olması
sebebiyle kutsallaştırılır. Bu dönemde şamanların erkek olması ihtimali
yüksektir. Çünkü fiziksel yönden güçlü
olması sebebiyle, av hayvanlarının peşinden genelde erkekler gider; av
hayvanları azalmaya başladığı için, onların dini ritüellerle çoğaltılmaya
çalışılması ve avın bereketli olmasının sağlanması onların inisiyatifindedir,
Şamanların erkek olmasına rağmen, ekonomik üstünlük kadınların elinde
olduğundan, toprak ana ve onunla özdeşleşen ana tanrıça figürleri daha ön
plandadır.
Felsefenin
gelişme aşamasıyla, dinin gelişme aşaması birbirine çok benzemektedir. İkisi de
nesnel, maddesel doğada yaratıcılıkla başlamıştır. Din de, felsefe de, aslında
nesnel doğanın ters yüz edilmiş bir yansımasıdır. Yunanlı ilkçağ
filozoflarından maddeci açıklamalar yapan Thales, her şey sudan geliyor,
Anaksimenes, evrenin temel maddesi havadır, Heraklitos ateştir, bir diğeri
topraktır demekteydi. Animizm ise (canlıcılık) bir dindir; doğadaki canlı
cansız, bütün varlıklarda yaratıcılık aramadır. Bilgi birikiminin kısıtlı
olması sebebiyle ilk dönemlerde insanlar, nesnel doğada bir yaratıcılık
aramışlardır. Ne zaman ki bilgi birikimi artmış, bazı doğa olaylarını
çözümlemiş, ondan sonra yeryüzü dini inanışları gökyüzüne çıkmaya başlamıştır.
Bazı akademik çevreler, bu dönemin inançlarını, din olarak kabul etmemektedir.
Burada sınıfsal ilişkiler henüz oturmamıştır, lakin gruplarda statü farkları
oluşmaya başlamıştır. Yönetici/yol gösterici, bazı işlerde uzmanlaşmış kişiler
saygı görmeye başlamış, yönetmenin verdiği statü farkıyla gelişen bir özgüven
belirli kişilerde oluşmaya başlamıştır. Sınıfsal ilişkilerin olmaması,
toplulukların statik olmasını gerektirmez. İçten içe değişimler devam
etmektedir. Bilgi birikimini elinde tutanlar ve topluluklara önderlik edenler
mevcuttur. Artık ürün yeterli düzeyde oluşmadığından ve mevcut ürünler, topluluklara
ancak yettiğinden eşitlikçi bir yapı sürmektedir. Mecburiyetten dolayı
sistemlerini sürdürürler. Çünkü bazı ürünler yöneticilerin elinde yoğunlaşırsa,
topluluktaki bazı kişiler açlıktan ölecek, yönetici konumundakiler üretim faaliyetlerini
kendileri yapacak ve gruplar zayıflayacaktır. Bu dönemde gruplar bir arada
durdukları ölçüde ilerleme kaydedebilirler.
Bazı
çevrelerin bu dönemin inanışlarını, din olarak kabul etmemesinin sebebi kanımca,
dinin oluşma sürecini gözlerden gizleme isteği olabilir. Nasıl Marx eseri Kapital’de, kapitalizmi, meta ilişkilerine
ve artık değer üretimi üzerine temellendirmişse (kapitalist iktisatçılar genelde
pazar ilişkilerine göre değerlendirmektedir), biz de burada, dinin gerçek
kökenini, bu dönemi bilimsel olarak inceleyerek yakalayabiliriz. Kimi çevreler
ise, Göbeklitepe’den hareketle, dinin uygarlığa geçişte bir basamak olduğunu, tarım
ve hayvancılığa, yerleşikliğe geçişte dinin temel bir unsur olduğunu teorize
etmekteler. Bu düşünce, dinin oluşma sürecini gözlerden gizlemeye yaramaktadır.
Üstelik Göbeklitepe’deki yeni bulgular da, aceleyle ortaya atışmış bu görüşü
desteklememektedir.
3. AŞAMA
Aletlerin
daha da çeşitlenmesi, bilgi birikiminin artması, yeni aletlerin üretimi,
özellikle okun bulunması, erkeklerin tekrar ekonomide belirleyici olmasını
sağlamış; daha fazla av hayvanı avlayabilmeleri ve ürün bollaşması, erkeği
kadınla eşit düzeye getirmiş, ekonomide geçici bir eşitlik sağlamıştır. Bu
sürece ruhban sınıflarının ve yöneticilerin olduğu geçici komünal dönem
diyebiliriz. Bu da, 30 bin-8/7 bin yılları arasını kapsamış olabilir. Tarım ve
hayvancılığın arkaik nüveleri bu dönemde, 15-13 bin yıllarında başlamış
olabilir.
4. AŞAMA
Erkeğin
ekonomide, tarımda ve hayvancılıkta, kadından daha belirleyici olmasıyla (sabanın
bulunması tarımda erkek gücünü arttırmıştır, ayrıca bazı hayvan türleri sabana
koşulmuş olabilir), ata-erkil dönemin başlaması, MÖ 7 binler ve sonrasında
gerçekleşir.
Tarım
ve hayvancılığa geçiş niye Yakındoğu da olmuştur?.. Bugünkü bilgilerimize göre,
insanlığın ilk çıkış yeri Afrika’dır. İlk önceleri nüfus azdır ve alet üretip, topraklar
geniş olduğundan hayvanlar nereye gidiyorsa oraya giderler. Ürettiği alet
teknolojisi kendine yettiği müddetçe göç eder, önünde hiçbir sınır yoktur. Alet
üretimi sayesinde kendine güveni artar. Yakın Doğu üzerinden dünyanın bütün
bölgelerine yayılır. Avrupa, Asya, Avustralya ve Amerika’ya kadar gider. Kendi
alanı genişlediği, nüfusu arttığı halde, doğadaki fauna ve flora kısıtlı kalır,
kısıtlı kaldığı için de arayışlara girer. Hayat zorlaştıkça yeni araçlar
edinmeye çalışır.
Buzul
dönemlerinde insanlar Amerika’ya, Avustralya’ya gitmişlerdir. Buzulların geri
çekilmesiyle o bölgelerde hapsolmuşlardır. Bu bölgelerin kültürleri ana
kıtalardan yayılmıştır. Kültürleri yukarıda açıkladığımız 2, ve 3. aşamaya
tekabül edebilir; o kıtalarda izole kalmışlar, nüfusları az ve topraklar geniş
olduğundan ve kara köprüleri de olmadığından, diğer insan grupları oralara gelemediğinden,
kültürleri aynı düzeyde kalmış olabilir. Oysa Asya, Avrupa, Yakındoğu gibi
yerlerde, nüfusun fazla, toprakların kısıtlı olması ve hayvanların azalmaya başlaması
sebebiyle, yeni arayışlara gitmek zorunda kalınmıştır. Bu yüzden de hayvanları
evcilleştirme ve tarım yapma yoluna gidilmiştir. Bu açıdan değerlendirirsek Morgan’ın
“gens”ini (kandaş aile) bu döneme uygulamamız doğru olmayabilir. Gens, bir üst yapı kurumudur ve kadının
ekonomide üstünlüğünü öngörür. Ekonomi yeterliyse ve nüfusa göre topraklar
genişse, gens katı yapısını sürdürür ve kandaş aile yapısı kadınlara özgüdür. İnsan
grupları ekonomik faaliyetlerine göre üst yapı kurumları oluştururlar. Kandaşlık,
bir üst yapı kurumudur. Ekonomide kadın üstün olduğundan ve kadın, kabileyi çoğalttığından
kutsallaştırılır. Burada eşitlik yoktur ve genslerde durağanlık hâkimdir. Oysaki
yakın doğuda bu değişmiştir; gensler bir araya gelmek zorunda kalmışlar, katı
yapılarını değiştirmeye başlamışlardır; erkek ve kadın birlikte tarım ve
hayvancılığa, yerleşikliğe geçerek 4-5 bin sene ekonomik faaliyette
eşitlenmiştir. Sadece analık hukukuna dayalı gens zayıflamış, babalık hukukuna
dayalı gens güçlenmeye başlamış ve genslerde eşitlik sağlanmıştır. Bu yüzden kanımca,
Göbeklitepe’deki ortadaki büyük heykeller erkek ve kadını temsil etmektedir. Ortadakilerden
biraz daha küçük ve kenarda olanlar ise, diğer gens önderlerini veya tarımda
önemli olduğu için ayları temsil ediyor olabilir. Kabilenin bir bütün olarak,
toprağa yani ana karnına gömülmesini ve öteki dünyaya gönderilmesini de temsil
ediyor olabilir. Mısır’daki firavun nasıl ölümsüzse, yeni firavun yeniden
doğuyorsa, burada da kabile gömülerek yeniden doğmaktadır, Göbeklitepe’de bunun
gibi birçok mabedin olduğu sanılmaktadır. Onlar da, birleştikleri diğer
gensleri temsil ediyor olabilir. Yine bunlar ruhban sınıfını temsil ediyor da olabilir.
Burada sadece erkek ve kadın arasında cins eşitliği sağlanmıştır, yöneten ve
yönetilen arasındaysa, sınıfsal eşitsizlikler oluşmaya başlamıştır. Gens zamanla
özelliğini kaybetmektedir.
Bu
dördüncü aşamayla birlikte sınıfsal sömürü ilişkileri netlik kazanır ve devlet
sistemi ortaya çıkar. Bu aşama Köleci, Feodal, Kapitalist ve Sosyalist sistem olarak
devam eder. Sosyalist sistemi bu aşamaya dâhil etmemizin sebebi, küçük üretimin
her saniye kapitalist ilişkileri yeniden yaratması, artık-ürün/hizmet üretiminin
hala devam etmesi, sosyalist devletin, devlet kapitalizmine dönüşebilme
ihtimalinin olmasıdır.
Sınıfsal
ilişkilerin ortadan kalktığı, sömürünün olmadığı, herkesin olanaklara ulaşmada eşit
olduğu, devletin sönümlendiği bu aşama, komünizmdir. Devlet, bir sınıfın, diğer
bir sınıfa karşı baskı aracı olmasından dolayı sınıflı toplumlarda zorunluyken,
bu aşamada sınıflar ortadan kalktığı için gerekliliğini kaybeder.
21 Mayıs 2022 Cumartesi
Paleolitik Çağdan Neolitik Çağa Geçiş Dönemi|Alet Üretiminin İnsanlaşma ve Bilişsel Sürece Etkisi Işığında Göbeklitepe
Ercan Arslan
İnsanın
evriminin geçmişi 5-4,4 milyon yıl öncesine kadar gitmektedir. İlk insansı türler
olarak kabul edebileceğimiz Ardipithecus Ramidus 4,4 milyon yıl,
Austrolopithekus Afarensis 3,6 milyon yıl, Austrolopithekus Afrikanus ise 3,2
milyon yıl önce, Afrika’da ormanların azalmasıyla birlikte yere inmek zorunda
kalmış, savanadaki otların yüksek olması sebebiyle de etrafını görebilmek için
dik yürümeye başlamıştır. Böylelikle elleri boşta kalmış ve beyinleri gelişmeye
başlamıştır. Elin tutucu özellikte oluşu, başparmağın evrimi, gözün ayrıntılı
üç boyutlu görmesi ve diğer hayvanlardan zayıf yapıda oluşu nedeniyle, aletler
kullanmaya başlamışlardır. Diğer hayvanların doğaya karşı güçlü donanımları
vardır; doğa onlar için sabit olduğu müddetçe bir sorun yoktur; oysa insansılar
ve insanların hayatta kalabilmesi için hayvanlardan daha fazla çabalaması,
mücadele etmesi gerekir.
Maymunların akrabalık ilişkisine yönelik bir aile portresi. Kaynak: Evrim Ağacı |
İnsan evriminin tarihi. Kaynak: Evrim Ağacı |
İlk
insanlardaki durumsa şöyledir: Doğaya aşırı bir şekilde bağlıydılar ve doğal
dünyada zayıf yapılıydılar. Bu zayıf yönlerini ancak alet kullanarak ve
üreterek kapatmışlardır. İnsan türü gelişmesini hep doğal koşulların onun için
dezavantajlı olduğu dönemlerde sağlamıştır. Ürünlerin bol olduğu kolay
koşullarda veya izole ortamlarda gelişme için bir itki yoktur. Bu koşullarda
aletler kabadır, fauna ve flora zengindir. Topluluk ufak ve araziler genişse,
gelişme durağanlaşır. Eğer koşullar zorlaşmaya başlamışsa, insanlar arayış
içine girer. Aletleri daha ince yapmaya başlar, hayvanların azalması sebebiyle
yaşamak için hayvanları uzaktan avlayabilecek aletler üretir. Gelişmenin olduğu
yerler, genelde insanlar için doğal şartların zor olduğu yerler olmuştur. Durağan
yerler ise birincisi, genelde ılıman yerler, ürünlerin bol olduğu, arazilerin
geniş olduğu, izole yerler; ikincisi, buzulların etkisinde olan ve bu şartlara
aşırı adapte olmuş hayvan ve bitkilerin yaşadığı bölgelerdir. Buzullar geriye
çekildikçe buna adapte olan canlılar da kuzeye doğru çekilmiştir ve bazı
insanlar, özellikle Neanderthaller, hayvan sürülerini takip etmiş olabilirler.
Uzun yıllar soğuğa adapte olmuş canlılar, iklimin ılımanlaşmaya başlamasıyla
bulundukları ortamları terk etmişler ve Avrupa’nın ortalarına doğru
çekilmişlerdir. Dolayısıyla, Avrupa'da yaşayan insanlar için av hayvanları hala
mevcuttur; havanın soğuk olmasına rağmen karınlarını doyurabilmektedirler;
soğuk iklime adapte olmuş Mamutları, Ren geyiği ve benzeri hayvanları
avlayabilmektedirler. Neanderhaller soğuğa adapte olduğundan, aletleri kabadır;
daha ayrıntılı ince aletler yapmamışlardır. Buzulların hâkim olduğu Paleolitik
dönemde yaşayan ve doğaya aşırı bağımlı olan Neandartaller’in bilinç
birikimleri, doğayı açıklamaya yeterli olmamıştır. İnanç sistemleri bulundukları
koşullar tarafından şekillendirilen pratiklerine uygundur. Toprak, güneş,
hayvanlar vb. doğaya özgü varlıklar, kendisi için kutsallaşmaya başlamıştır.
İnsanın
ortaya çıkışı, jeolojik devirlerden 4. zamana (Kuvaterner) tekabül eder. Bu
dönemi de Pleistosen ve Holosen çağ diye ayırmaktayız. Pleistosen döneme ayrıca
buzul çağı dönemi demekteyiz. Pleistosen dönemini, Avrupa’da 4 buzul evresine bölümlendirmekteyiz:
Günz, Mindel, Riss, Würm. Günz, zamanımızdan 1.180.000- 820 bin yıl, Mindel
730-429 bin yıl, Riss 347-248 bin yıl, Würm 110-11 bin yıl önce gerçekleşmiştir.
Bu çağların aralarını da buzul arası devreler (İnterglasiyal) olarak
adlandırıyoruz. Ayrıca bu çağlardaki deniz seviyelerinde alçalma Günz’de 20
metre, Mindel’de 90 metre, Riss’de 110 metre, Würm’de 90-100 metre civarındadır.
Pleistosen dönemde deniz seviyesi 130 metre düşük, sıcaklıkta 10-15 derece
soğuktur.
Neanderthal
250 bin yıl, Homo Sapiens 100 bin yıl önce Riss-Würm buzul arası ve Würm buzul
devresinde tarih sahnesine çıkmıştır. Buzul arası dönemde deniz seviyesi yüksek
olduğundan, karalar ve kara köprüleri azalır, canlılar daha içeri bölgelere
çekilirler. Buzul evresinde ise, deniz seviyesi azalır ve karalar genişler. Bu
sebeplerden dolayı insanlığın ilk yerleşim yerlerinden sayılabilecek Karain
mağarasının, buzul dönemlerinde iskâna elverişli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
buzul döneminde kara, mağaradan ileriye doğru bir alan bırakmaktadır. Ilıman
iklimde bunu söyleyemeyiz, çünkü deniz seviyesi o evrede yükselecek, hatta
mağaranın yakınına kadar gelebileceğini varsayarsak, mağaranın kullanımı
işlevsizleşecektir. Böylelikle, mağaranın önündeki av sahası kısıtlı hale
gelmiş ve insanların avladığı hayvanlar daha iç bölgelere göç etmiştir.
İşte
insan türü bu zor koşullarda evrimleşmiştir. Bu doğal koşulların baskısı
altındadır; ya zor koşullara dayanamayıp yok olacak ya da hayatta kalmak için
mücadele edecektir. Buzul çağlarında canlılar soğuk iklimlere adapte
olmuşlardır. Kimisi buna aşırı adapte olur kimisi de kısmen olur; aşırı adapte
olanlar ani iklim değişmelerinde yok olabilirler. İlk insanlar ise bu soğuk
iklimde diğer canlılar kadar donanımlı olmadığından, bu açığı ancak alet
üreterek kapatabilirdi. Günümüzden 50-40 bin yıl öncesine kadar, doğa şartları
yaşamaları için uygun olduğundan, insanlar hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Bu
yıllardan sonra ise belki de şartların zorlaşması, diğer hayvanlardan
donanımsız olması ve vahşi hayvanlarla yakın mücadeleye girmekten korkması
sebebiyle, daha ayrıntılı ve ince aletler üretme yoluna gitmiştir. Özellikle
okun bulunması, insanın kültürel değişimi için bir devrim niteliğinde olmuştur.
Bu sayede diğer hayvanları, fazla riske girmeden uzaktan avlayabilmiş ve ürün
bollaşması yaşanmıştır. Okun bulunmasından önce, ava genelde erkekler gitmekte ve
avlanma süreci belki de haftalar almaktaydı. Kullanılan aletlerin kısıtlı
olması sebebiyle de, çoğu zaman eli boş dönülmekteydi. Avcı-toplayıcıların
konakladıkları yerlerde ise kadınlar, hem yaşlılara ve çocuklara bakmakta,
grubun aç kalmaması için de bitki toplama, konaklama yerinin idaresi gibi işleri
yürütmekteydiler. Bu dönemde kadınlar ekonomide söz sahibiydiler. Kadınların
doğurganlığı, kabileyi çoğaltma potansiyeli ve kabileyi yönetmesi gibi
sebepler, ana tanrıça figürlerinin yapılmasına yol açmıştır. Toprak, su, güneş
nasıl canlıları besliyor, ısıtıyor ve çoğaltıyorsa, kadın da öyle
simgeleştirilmiştir. Burada bir dini geçiş evresi mevcuttur. Kadının
ekonomideki üstünlüğü ona bir statü sağlamıştır. İlk ruhban kesimler de
kadınlar olabilir.
Aletlerin
çeşitlenmesi beraberinde ürün bollaşmasını getirmiştir. Artık erkekler avdan
eli boş dönmemektedir ve kabilenin beslenmesinde daha fazla söz sahibi olmaya
başlamışlardır. Ürün bollaşması, bütün erkeklerin değil de belirli bir kesiminin
avda uzmanlaşmasını sağlamış, bazıları kamp alanında kalmaya ve önceden kadınların
yaptığı ağır işleri yapmaya başlamıştır. Aynı zamanda ürün bollaşması,
insanları yerleşikliğe geçişe zorlamıştır. Avcılığın gelişmesi ve hayvanların fazla
avlanması sebebiyle, av hayvanlarının kısıtlı oluşu, onları evcilleştirme
yoluna gitmelerine yol açmıştır. Evcilleştirmeye, yetişkin hayvanlarla başlanamaz.
İlk insanlar evcilleştirmeye, öldürdükleri hayvanların yavrularını besleyerek
başlamışlardır. Evcileştirilen hayvanları ve kendilerini besleyebilmek için,
tarımsal faaliyete geçmişlerdir. Bunun için, su kaynaklarına yakın yerleri,
yerleşim birimleri olarak seçmiş olabilirler.
Buzul
çağlarında fauna ve flora, buzullara göre hareket etmekteydi ve buna göre
evrimleşmişti. Dünyada her yer buzullarla kaplı değildi. Buzullar aslında bir
denge unsuruydu. Dünyayı kuzey ve güney yarım küreden baskılayan buzulların
yoğun olduğu dönemlerde, önceden kavurucu sıcakların olduğu bölgeler,
ılımanlaşır, buraları canlılar için verimli hale gelir. Buzullar çekilmeye
başlayınca ılıman olan kesim daha yukarılara kayar ki, bu çekilme daha da
yukarıya ilerleyince, ekvatora yakın bölgeleri çölleştirir. Buzullar aynı
zamanda dünyanın temiz su ihtiyacını karşılar. Ilıman dönemde buzulların
azalması ve eriyen buzul sularının denize karışması sebebiyle temiz su azalır.
Deniz suyu tuzlu olduğundan karaya adapte olmuş canlılar için tüketimi uygun
değildir.
Buzullar,
dünyayı dengede tutar. Dünya ılımanlaşmaya başladığında, buzullara adapte olmuş
canlılar buzulları takip etmiş ve daha kuzeye çekilmiştir. Neandertal insan
türü de, bu iklime aşırı adapte olmuştu ve soğuğa karşı çok dayanıklıydı. Belki
yok olmasının sebebi buydu. Soğuğa dayanıklılık, diğer soğuğa adapte olmuş
canlıların kuzeye çekilmesi ve orada bol olması, onu değişmeye itmemiştir. Kaba
aletlerle avını yakalayabilmektedir. Neandertaller’in fiziksel açıdan güçlü
olmaları, daha ince aletler yapmalarını engellemiştir. Daha detaylı alet yapımı,
doğada güçsüzlüğün tezahürüdür. Gelişme rahat ortamlarda olmaz. Ürünlerin, kaynakların
kıt olduğu ortamlarda olur. Bizim türümüz Homo Sapiens doğaya aşırı adaptasyon gösterememiş
bir canlı türüdür. Çünkü yaşadığı ortamlarda doğal koşullar sabit değildir.
İklimsel geçişlerin olduğu, fauna ve floranın kıt olduğu ortamlarda evrimleşmiştir.
O
çağlardaki dünyanın iklimsel kuşaklarını 3 bölmeye ayırabiliriz: 1. kuşak
ılıman iklimlerin hüküm sürdüğü, 2. kuşak ılıman ve soğuk iklimin birleşme
noktası, dengenin sürekli değiştiği, iklimsel koşulların sabit olmadığı, 3.
kuşak soğuk iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerdir. Birinci ve üçüncü kuşakta iklim
genelde sabit kaldığı için, canlılar bu şartlara göre evrimleşmişler ve doğaya
adapte olmuşlardır. Oysa ikinci kuşaktaki canlılar, bazen bolluk yaşarlar,
bazen de kıtlıkla cebelleşirler; sürekli bir denge yoktur ve bu dengesizlik
onları daha fazla mücadeleye iter. Bu açıdan değerlendirildiğinde “Bereketli Hilal”
adı verilen coğrafi bölge, aslında bereketli değildir ve bereketsiz olması ilk
insanları arayışa itmiştir. Buzullar çekilmeden önce Anadolu’nun güneyine kadar
olan yerler buzullarla kaplıydı. Bizim bugün “Bereketli Hilal” olarak
adlandırdığımız bölgenin iklimi daha aşağıda geçerliydi; Irak ve Arabistan’ın
belirli bölgelerinde bu iklim vardı ve çölleşme azdı. Buzulların daha
yukarılara çekilmesiyle birlikte iklimsel koşullar da yukarılara kaymıştır ve
bu süreç hala devam etmektedir. Günümüzde buzullar biraz daha çekilse, bizim
bugün verimli sayabileceğimiz yerler çölleşecektir.
Buğdayın
anavatanı olan kuzey Mezopotamya aslında sınır bölgesidir (buğday karasal bir
bitkidir, fazla sulamaya ihtiyaç duymaz, doğal yağmur sularıyla yetişebilir). Holosen
çağla birlikte Avrupa’nın alt kısımları, Anadolu’nun orta bölgeleri ve kuzeyi,
ormanlık alanlarla kaplıydı ve doğal ortam açısından verimliydi. Bundan dolayıdır
ki insanlar daha ince aletler yapmamışlar ve avcı-toplayıcı olarak
kalmışlardır. Mevcut ürünler kendilerine yetmekteydi. Fakat Anadolu’nun alt
kısımları ve kuzey Mezopotamya’da ise iklim dengesizdi. Bu dengesizlik fauna ve
floraya da yansımıştır. Koşulların zor olması, insanları daha fazla mücadeleye
itmiştir. İnsan türü yaşamını sürdürmek için daha ayrıntılı aletler üretme
yoluna gitmiştir. Daha önce bahsetmiştim, örneğin okun bulunması devrim
niteliğindedir; 40-50 metreden avı vurabilmişlerdir. Bu sayede diğer hayvanları
daha kolay avlayabildiğinden ürün bollaşması meydan gelmiş ama bu beraberinde
bir karşıt bir süreci de koşullamıştır. Avladıkları hayvanların sayısı bu sefer
azalmaya başlamıştır. Bu durum, hayvanların evcileştirilmesine, evcileştirmeyle
ürün bollaşması da, insanları yerleşikliğe götürmüştür.
“Bereketli
hilal” dediğimiz bölge kültürel etkileşimin olduğu bir geçiş bölgesidir. İlk
insanlar Afrika kıtasından çıkıp dünyanın diğer bölgelerine genelde buradan
dağılmışlardır. Burada iklim dengesizdir, insanların daha ilerilere ya da gerilere
gitmesini gerektirir. İlk insan toplulukları ileriye doğru gittiğinde ve
buralardaki topraklar ancak küçük gruplara yettiği ölçüde, geriden gelen
grupları buralara kabul etmemeye başlarlar. Geriye de dönemezler, çünkü gerideki
iklim koşulları, orada kalmış insan gruplarına ancak yetmektedir. İlerideki ve
gerideki gruplar çoğaldıkça ve buzulların çekilmesiyle karalar azaldıkça,
kandaş gruplar parçalanmaya başlar. İşte bu gruplardan parçalananlar, bu
bölgeye gelmek zorunda kalır. Bu bölge izole bir bölge değildir. Ayrıca topraklar
artık insanlara yetmemektedir. Bu bölgede koşullar zordur. Bu zor koşullar
onları yerleşikliğe, tarıma, hayvan evcilleştirmeye, suyu kontrol etmeye yöneltmiştir.
Bu açıdan değerlendirdiğimizde Engels’in Ailenin,
Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserindeki “gens” kavramını, yakın
doğudaki duruma uygulamak doğru olmayabilir; çünkü burada kaynaklar kısıtlıdır
ve “gens” parçalandıkça gidecek fazla bir yer yoktur. Bu yüzden de kültürel değişim
kaçınılmaz hale gelmiştir.
Kendine
yeten izole ortamlar, değişikliğe yol açmaz. İzole bölgelerde insanlar, yıllarca
aynı teknolojiyi ve sosyal-kültürel yapıyı sürdürebilir. Amerika yerlileri ve
Avustralya’daki Aborjinler bunun örneğidir. Nüfusları az olup, yaşadıkları topraklar
geniştir. Diğer insan gruplarından izole bir şekilde binlerce yıl yaşamışlardır.
Bu yüzden de Amerika ve Avustralya’ya gittikleri zamandan beri aynı
teknolojileri kullanmışlar ve kandaş yapıyı sürdürmüşlerdir. Topraklar yeterli olduğundan,
“gens” yapısı parçalandıkça yeni topraklara gitmekteydiler. Böylece durağan bir
topluluk yapısı sürdürülmekteydiler.
Göbeklitepe’deki
mabet benzeri yerlerde, ortada 2 adet, kenarlarda ise 12 adet taş yapı
bulunmaktadır. Ortadaki 2 taş dişi ve erkeği temsil ediyor olabilir. Kenarlardaki
12 adet taş ise topluluğu veya 12 ayı temsil ediyor olabilir. Bu mabetlerden 15-16
tane daha olabileceği söylenmektedir. Kanımca bu mabetler, bir araya gelmiş kabileleri
temsil ediyor olabilir. Her kabilenin liderleri, ata ruh tapınması şeklinde
gösterilmiş olabilir. Kabileler genişledikçe ve topraklar insanlara yetmemeye
başladıkça, kabileler parçalanmış olabilir. Diğer mabetler de bunun üzerine
yapılmıştır. Yahut nasıl doğa her yıl kendini yeniliyorsa, yaşam ve ölüm de,
kışın doğanın ölmesi, yazın da topraktan tohumların yeşermesi olarak tasvir
edilmiş olabilir. Bu açıdan kenardaki 12 taş yapı, ayları temsil ediyor
olabilir.
Göbeklitepe'nin yapılışını gösteren bir illüstrasyon. |
Bütün inanışların kökeninde bu tasvirler mevcuttur. İnsanoğlu doğaya bağımlı olduğu için, dini inanışları da doğa olaylarına, güneşe, toprağa ilişkindir. Tarımsal sürecin oluşmaya başladığı dönemde, insanlar için toprak kutsallaşır. Bereket kültü daha fazla gelişir. İlk önce ana tanrıça toprakla simgeleştirilir. Nasıl ki dişiler, insanları çoğaltıyorsa, toprakta bitkileri ve diğer canlıları çoğaltır diye inanılır. Zamanla erkeğin tarımda söz sahibi olmaya başlaması, sabanın kullanımı, erkeğin gücünü arttırır. (Örneğin Mezopotamya mitolojisinde, dişi İnanna, Temmuz’la birlikte anılır. İnanna toprak anadır, Temmuz ise bahar ayında dirilen, İnanna’yı dölleyen, Kasım ayında ise ölen tanrı olarak tasvir edilir.) Bu da ritüellerin değişmesine sebep olur; artık dişi ve erkek toplulukta eşit haklara sahiptir. Ortada 2 figürün olmasının nedeni bu olabilir. Zamanla bu durum yerini, erkeğin ekonomide daha fazla etkisinin olmasıyla birlikte ata-erkil döneme bırakacaktır.
Üst
Paleolitik ve Neolitik çağda, dini ve sosyal-kültürel gelişimi üç döneme
ayırabiliriz:
1.
dönem; kadının ekonomide söz sahibi olduğu ana-erkil dönem,
2.
dönem; aletlerin daha fazla gelişmesiyle beraber kadın ve erkeğin eşit olduğu dönem,
3.
dönem; tekniğin daha da ilerlemesi ve erkeğin ekonomide öne geçtiği ata-erkil dönem.
Birinci
dönem, dinin oluşmaya başladığı bir geçiş sürecidir. Bereketi ve doğurganlığı
simgeleyen ana tanrıça figürleri bu dönemde görülür. Bu dönemde insanların
aletleri çeşitlenmeye başlamış, bilgi birikimi artmış, belirli kişiler bazı
işlerde uzmanlaşmış, diğerlerine yol gösterici, öğretici olmuş, yani bilgi ve
ustalaşma belirli kesimlere statü kazandırmaya başlamıştır. Bu durum beraberinde
kişiler arasında farklılaşmayı getirir. Ayrıca aletlerin çeşitlenmesi, daha az
kişiyle avcılığın vb, işlerin yapılmasını sağlamıştır. Birileri bir konuda
uzmanlaşırken, diğerleri de başka işlerde uzmanlaşmaya başlar. Avcılık
faaliyeti önceden kabilenin tüm zamanını alırken, artık boş zaman oluşmaya
başlamıştır. Böylelikle, öteki dünya inancının doğduğu, sanatsal faaliyetin
gelişmeye başladığı görülür. Bilgiyi elinde tutan ve yol gösteren kişiler artık
topluluklarda bir statü elde etmişlerdir. Bu dönemde mağaraların duvarlarına
resimler çizenler, insanları hayvanlarla mücadelede gösteren, aslında bir nevi
avın provasını yapan usta avcılardır.
İkinci
dönemde, kadın ve erkek eşit şartlardadır. Bu yüzden hem kadın, hem erkek
tasvirleri ön plandadır. Göbeklitepe’deki mabetlerde ortadaki iki büyük taş
anıt, erkek ve kadını temsil ediyor olabilir. Kenarlardaki 12 adet, biraz daha
küçük olan taş yapılar, 12 ayı veya kabiledeki yönetici sınıfı temsil ediyor
olabilir.
Üçüncü
dönemde, artık erkeğin toplulukta egemen olması sebebiyle, dini inanışlarda
tanrıçadan tanrıya doğru bir evrilme gerçekleşmiştir.
***
İnsanın Evriminin Kısa Tarihi adlı videoyu izleyebilirsiniz:
İleri okuma önerisi: https://evrimagaci.org/insan-evrimi-insanlar-nasil-evrimlesti-insanlarin-atalari-kimlerdi-insanin-evriminde-hangi-turler-var-60
19 Mayıs 2022 Perşembe
İnsan Toplumsal Bir Canlıdır
Ercan Arslan
İnsanlar,
primat türlerinden sayılan büyük kuyruksuz maymunlar ailesinden, alet
üretmesiyle ayrılarak insanlaşmıştır. İnsanın önceli insansılardır. Şempanze
veya ona yakın diğer maymun türleri, alet üretecek kapasitede değillerdir.
Austrolopithecus Africanus ve Afarensis, diğer maymun türlerinden biraz daha
dik yürüyebilmekte olup, beyin hacimleri 700 cm3 civarındadır. Bunlar,
henüz alet üretecek düzeyde değildir; doğada hazır buldukları sopa, taş ve
diğer malzemeleri, bugün şempanzelerin ve bonoboların yaptığı gibi ellerine
alıp, vahşi hayvanlara karşı kullanabilmekteydiler. Vahşi hayvanlardan güçsüz
oldukları için, birlikte topluluk olarak hareket etmekteydiler. İnsanın bu
ataları, insan değildi, çünkü diğer hayvan türleri gibi doğanın güçlerinin birebir
etkisi altındalardı. Eylemleri doğanın şartlarına göre değişiklik göstermekteydi.
İnsan olmaları için, birlikte hareket etmeleri; aleti kullanmaları değil,
üretmeleri; alet üretimiyle doğayı dönüştürmeleri gerekmekteydi. Alet üretmeye
başlanmasıyla, insanlaşma süreci başlamıştır. Alet üretmeyen insansılar, insan
sayılmazlar.
İnsan
toplumsal bir canlıdır. Bireysel, evrensel, soyut bir varlığa indirgenemez.
İnsan, toplumsal olması, alet üretmesi ve bu sayede doğayı dönüştürmesiyle
insandır. İnsanlaşma bunların birliğidir. İnsan bu süreçlerden soyutlanıp, Hegel’de
olduğu gibi sonlu “Tin” ya da Feuerbach’da olduğu gibi antrpolojik, yalıtılmış
birey insan şeklinde görülemez. Feuerbach insanı tanrılaştırmış ve soyut bir
insan olarak ele almıştır. Oysa insan soyut, koşullardan yalıtılmış, gökten
inen Âdem gibi bir vasfa büründürülerek kavranmamalıdır.
Marx,
Hegel’in ters duran felsefesini ayakları üzerine dikmiş, dünyanın
yorumlanmasının yetmeyeceğini, artık onun değiştirilmesinin gerektiğini
söyleyerek devrimci duruşunu açıkça belirtmiştir. İnsanın evrensel olduğunu açıklamak,
Marx’ı, Hegel’in ,Feuerbach’ın Proudhon’un ve Ricardo’nun seviyesine indirmek,
düzeltilen felsefeyi tekrar ters çevirmek olur. Marksizmi ilerleteceğim diyerek,
Marx’ın aştığı seviyenin gerisine düşmek olur. Aslında bu Marksizmi
geliştireceğim derken, tahrif etmektir. Bu görüşlerin derinlemesine tahlil
edilmeden savunulması, çağımızın August Bebel’leri durumuna düşmekle
eşdeğerdir.
İnsan
alet üreterek doğayı değiştirmiş, bu sayede doğanın dışına çıkmıştır. Doğanın
işleyiş yasalarıyla, insanın bu dönüşümüyle yaratılan toplumsal işleyiş
yasaları farklıdır. İnsanlar, doğayı hayatta kalabilmek için değiştirmiştir.
Bunu yapmasalardı, türünü sürdüremezdi. Bu noktada, insanın alet üretmesi,
doğayı dönüştürmesiyle, daha sonraki tarihsel dönemde ortaya çıkacak sınıfsal
ilişkilerin hâkim olduğu üretim tarzlarının bir sonucu olarak gelişecek olan
insanın eşyayla ilişkisini karıştırmamak gerekir. Sınıfsal ilişkiler içerisinde
insanlar, bireysel çıkar için hareket etmektedir, her birey diğerlerinin
zararına mal biriktirmeye çalışmaktadır. Fakat insan özünde çıkarcı değildir.
Bu çıkarı karşıt sınıfsal ilişkiler yaratmaktadır: Bunu günümüzden de
örnekleyebiliriz: Köy ve şehir arasındaki farklara, kapitalizmin oturması sürecinde
insan ilişkilerindeki değişime ve bireyselliğin ön plana geçmesine bakalım.
30-40 yıl öncesine kadar kırsal kesimlerde, köy ekonomisinin baskın olduğu
yerlerde, insanlar, karşılık beklemeden yardımlaşmakta, imece usulü
geçerliliğini sürdürmekteydi. Kırsalda, daha toplumsal/insancıl hareket
edilmekteydi. Köye gelen hiç kimse geri çevrilmez, tanrı misafiri olarak kabul
edilirdi. Kapitalizmin oturmasıyla birlikte bu süreç değişmiştir. Artık
insanlar daha bireysel olarak hareket etmekte ve bencillik ön plana geçmektedir.
Kapitalizmin gelişimine koşut olarak
şehirleşmeyle birlikte, mal biriktirme eğilimi güçlenmiştir. İlk insanların
topluluk olarak hareket etmeleri, alet üretmeleri, bu sayede insan olabilmeleriyle,
daha sonraki tarihsel dönemlerde oluşan sınıfsal ilişkilerin sonuçları aynı
kefeye konulamaz.
İlk
topluluklarda, insanlar alet üretmiş, bu aletler sayesinde hayatta kalmayı başararak
ürünler elde etmiş ve bu ürünleri kendi küçük gruplarında ortak olarak
paylaşmıştır. Bunu zorunluluktan yapmışlardır. Aletlerin kısıtlı olması,
nüfuslarının az olması ve şartların bazen zor olması, av aletlerinin
gelişkinlik seviyesinin düşük olması sebebiyle birbirine bağlılığın hayati
önemde olması, birey olarak değil de, grup olarak hareket etmeyi zorunlu
kılmıştır. İnsan, başı, kolları, bacakları, elleri ve diğer organlarıyla
birlikte düşünülürse bir bütünlük teşkil eder. İlk insan topluluklarında da
durum böyledir. Topluluğu bir bütün olarak görmeliyiz. Bütünün bir parçası
eksik kalırsa, bütünün kendisi riske girer. Bu yüzden ürünler tüm topluluğa
eşit bir şekilde dağıtılır. Bireysel bir ürün biriktirme yaşanmaz. Topluluğun
ihtiyacının giderilmesi ve türün devamı için üretim faaliyeti yürütülür. Bu
topluluklarda üretim faaliyeti sadece kullanım içindir. Henüz ürünlerin değeri
yoktur. Ekonomi politikte değer, kullanım değeriyle değişim değerinin birliği
gözetilerek değerlendirilir. Değişimin olabilmesi için, benim için kullanabilir
olan, başkaları için de kullanım değeri içermelidir. İlk insan gruplarında ürünlerin
değişilmesine gereksinim yoktur. Ürünler, grup içerinde bireylerin hayatını
garantiye almak için karşılıksız paylaşılır. Grup içerisinde ürünler
paylaşılır, çünkü avlanma gibi organize faaliyetlerde diğer grup üyelerine ihtiyaç
bulunmaktadır. Ürünler paylaşılmazsa, grup zayıflar ve bunun neticesinde bireylerin
de hayatta kalması riske girer.
İnsan,
alet üreterek insanlaşmasıyla birlikte yaklaşık iki milyon yıla yakın bir süre,
üretim aletlerinin kısıtlı olması, doğaya birebir bağımlı olması, geniş
topraklara ve verimli doğa şartlarına nazaran nüfuslarının az olması gibi
sebeplerle, bu üretim tekniğini kullanmış, doğaya aşırı zarar vermeden yaşamaya
çalışmıştır. Koşullar kendine yettiği, nüfusları doğal şartlara göre az olduğu
müddetçe, bu üretim yordamı, bariz bir değişikliğe uğramamıştır. Bugün
Amazonlarda, Afrika’da ve dünyanın bazı yerlerindeki kabilelerin hala avcı-toplayıcı
olarak kalmasının sebebi budur. Zorlayıcı koşulların meydana gelmesi, eşitsiz
coğrafi şartlar, üretim aletlerinin çeşitlenmesi ve ürün bollaşması, bunun
sonucunda ilk toplulukların nüfuslarının çoğalmaya başlaması gibi sebeplerden
dolayı değişiklikler gündeme gelmiştir. Toplulukların nüfusunun çoğalmasıyla,
doğadan devşirdikleri, artık ilkel topluluklara yetmemektedir. Bu yüzden zor koşullarda hayatta kalmak için
biriktirme yoluna gitmişlerdir. Grupların yaşadıkları alanların eşitsizliği de
bu durumu körüklemiştir; farklı coğrafi şartlar farklı üretim tekniklerini
beraberinde getirir. Farklı üretim teknikleri de mal biriktirmeyi ve artık ürünlerin
oluşmaya başlamasını getirmiştir. Böylelikle değişik gruplarda farklı malların birikmesi
söz konusu olmuştur. Ayrıca üretim tekniklerinin gelişmesi, bazı topluluk üyelerinde
boş zaman oluşmasını sağlar ve artık herkesin yaptığı işler, değişikliğe
uğramaya başlar, sonuçta toplumda işbölümü meydana gelir. Ortak topluluk
parçalanmaya ve karşıt sınıfsal ilişkiler açığa çıkmaya başlar. İşte değer
yasası da bu süreçte şekillenir.
Üretimin
tekrar toplumsal olduğu, ürünlerin değişime girmeyeceği komünist toplumla
birlikte de, değer yasası tarihe karışacaktır.
14 Mayıs 2022 Cumartesi
Marx’ın Kugelmann’a Yazdığı Bir Mektup Hakkında
Mahmut Boyuneğmez
[[Every child knows a
nation which ceased to work, I will not say for a year, but even for a few
weeks, would perish. Every child knows, too, that the masses of products
corresponding to the different needs required different and quantitatively
determined masses of the total labor of society. That this necessity of the distribution
of social labor in definite proportions cannot possibly be done away with by a particular form of social production but
can only change the mode of its appearance, is self-evident. No natural
laws can be done away with. What can change in historically different
circumstances is only the form in which these laws assert themselves. And the
form in which this proportional distribution of labor asserts itself, in the
state of society where the interconnection of social labor is manifested in the
private exchange of the individual
products of labor, is precisely the exchange
value of these products.
(…)
The vulgar economist has
not the faintest idea that the actual everyday exchange relations can not be directly identical with the
magnitudes of value. The essence of bourgeois society consists precisely in
this, that a priori there is no
conscious social regulation of production. The rational and naturally necessary
asserts itself only as a blindly working average. And then the vulgar economist
thinks he has made a great discovery when, as against the revelation of the
inner interconnection, he proudly claims that in appearance things look
different. In fact, he boasts that he holds fast to appearance, and takes it
for the ultimate. Why, then, have any science at all?
But the matter has also
another background. Once the interconnection is grasped, all theoretical belief
in the permanent necessity of existing conditions collapses before their
collapse in practice. Here, therefore, it is absolutely in the interest of the
ruling classes to perpetuate a senseless confusion. And for what other purpose
are the sycophantic babblers paid, who have no other scientific trump to play
save that in political economy one should not think at all?]]
Kaynak: Abstract from
Marx to L. Kugelmann in Hanover, London, July 11, 1868 https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/Marx_Engels_Correspondence.pdf, Erişim tarihi: 14.05.2022
Bu
yazıyı yazmama vesile olan olay, Suat Kamil Aksoy’un emek-değer teorisini
Marx’ın “doğal” bir yasa olarak gördüğünü iddia etmesidir. Marx “doğal” derken
ne kastediyor, neyi doğal bir yasa olarak görüyor, gelin bakalım… Önce
Kugelmann’a yazdığı ve İngilizcesini yukarıda aktardığım mektubun bazı
kısımlarının Türkçesini okuyalım:
Her çocuk, çalışmayı bırakan bir
ulusun, bir yıl demeyeceğim, fakat birkaç hafta içinde bile yok olacağını
bilir. Her çocuk, farklı ihtiyaçlara karşılık gelen ürün miktarlarının,
toplumsal toplam emeğin farklı ve niceliksel olarak belirli miktarlarını
gerektirdiğini de bilir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılması gerekliliğinin, toplumsal üretimin belirli bir formu tarafından ortadan kaldırılmasının mümkün
olmadığı, fakat yalnızca bunun görünüş
tarzını değiştirebileceği, apaçıktır. Hiçbir doğal yasa ortadan
kaldırılamaz. Tarihsel olarak farklı durumlarda değişebilir olan, sadece bu
yasaların kendilerini ortaya koydukları formdur. Ve toplumsal emeğin iç
bağlantılarının, emeğin bireysel ürünlerinin özel değişiminde görünür hale geldiği bir toplum durumunda, toplumsal emeğin oransal dağılımının kendini
ortaya koyduğu form, kesinlikle bu ürünlerin değişim değeridir.
Vulgar ekonomist, her günkü aktüel
değişim ilişkilerinin, değer büyüklükleriyle doğrudan özdeş olamayacağı yönünde sönük bir fikre (dahi) sahip
değildir. Burjuva toplumun özü kesinlikle şundan ibarettir, a priori üretimin bilinçli toplumsal
düzenlenişi yoktur. Rasyonel ve doğal zorunluluk kendini sadece kör çalışan
ortalama olarak ortaya koyar (…)
Fakat konu başka bir arka plana daha
sahiptir. Bir defa içsel bağlantılar yakalandı mı, mevcut koşulların kalıcı
zorunluluğuna dair bütün teorik inanç, bu koşulların pratikteki çöküşünden önce
çöker. Bu nedenle, burada, yöneten sınıfların anlamsız bir kafa karışıklığını sürdürmeleri
mutlak çıkarlarınadır. Ve politik ekonomide hiç düşünmemek dışında oynayacak
başka bilimsel kozları olmayan dalkavuk gevezelere başka hangi amaçla para
ödeniyor?
İnsanlar
ihtiyaçlarını karşılamak için ürünler üretirken, işbölümüne giderler. İlkel
topluluklar da dâhil, tüm tarih boyunca toplumsal üretimlerinde insanlar, farklı
emek türlerine dağılmış bir toplam toplumsal emeğe sahiptirler. Bu durum,
üretim tarzlarının değişmesiyle değişmez. Bu nedenle Marx, toplumsal emeğin
farklı emek türlerine dağılımını, “doğal” bir yasa olarak görmektedir. Dikkat edilsin, bu "doğanın bir yasası" değil, "doğal" bir yasadır. Tıpkı
ürünlerin, emek harcanarak üretilmesi gibi “doğal” bir yasadır. Komünist
toplumun ilk evresinde, ürünler değişime girmeyecek, fakat işbölümünce üretilen
ürünlere bireyler ne kadar emek miktarı aktarmışsa, gerekli toplumsal fonlar
için kesintiler yapıldıktan sonra, o miktarda emeğin oluşturduğu başka ürünleri
geri alacaktır. Bu dönemde toplumsal üretim, bilinçli/bilimsel olarak bu ilke
ekseninde düzenlenir. Komünist toplumun ileri evresinde, insanlar işbölümüne
kölece boyun eğmeyecek, sabah balık avlayacak, öğlene doğru başka bir yeteneği
doğrultusunda kendini gerçekleştirecek, öğleden sonraysa belki de bir
eleştirmen/yazar olarak var olacaktır. Ancak yine de bu evrede de, toplumsal
üretim, farklı emek türlerine dağılım gösterecektir. Üretkenlikteki artış öyle
bir düzeydedir ki, bireyler birden çok emek türünde kendi yaratıcı
potansiyellerini gerçekleştirmekte, tek bir emek türünde çalışma boyunduruğunda
bulunmamaktadır.
Evet,
ilkel topluluklar ve komünizm dönemleri dâhil, tüm toplumsal üretim tarzlarında
geçerli olan, toplam toplumsal emeğin farklı emek türlerine oransal dağılımı, “doğal”
bir yasadır.
Toplumsal
emeğin işbölümüyle bu dağılımı kendini bireysel ürünlerin değişimi şeklinde
gösteriyorsa; başka bir deyişle, insanlar ihtiyaçlarını, üretimlerini ve
bölüşümlerini bilinçli bir genel toplumsal düzenlemeye giderek değil de,
kendiliğinden tarihsel olarak gelişen değişim ilişkileri yoluyla gideriyorsa, toplumsal
emeğin oransal dağılımı kendini bir biçimde/formda ortaya koyar: değişim değeri…
İşte bu biçim/görünüş tarzı, tarihsel olarak değiştirilebilir olandır.
Geleceğin toplumunda/komünizmde, toplam toplumsal emeğin farklı emek türlerine
oransal dağılımı yine olacak, bu yasa/öz “doğal” bir yasa düzeyinde işlerliğini
sürdürecek, fakat yasanın kendini ortaya koyuş tarzı/biçimi/görünüşü olan,
farklı emek miktarlarının pazar/değişim ilişkilerinde birbirleriyle değiş
tokuşuyla beliren değişim değerleri ortadan kalkacaktır. Bunun yerine komünizmin
ilk evresinde, üreticiler ihtiyaçlarını gidermek için, toplumsal emeğe
kattıkları emek miktarıyla orantılı şekilde geriye başka ürünlerde somutlaşmış
emek miktarlarını çekecektir. Daha ileri evredeyse, ürün bolluğu olduğundan,
bireylerin işbölümüne uymaları gerekmeyecek, bir birey birçok alanda yaratıcı
bir faaliyet olarak üretimde bulunacaktır.
İşte
bu nedenlerle Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde şu satırları yazmıştır:
“Üretim araçlarının ortak mülkiyeti
üzerine kurulu kooperatif toplumda, üreticiler ürünlerini değiştirmezler;
ürünlere harcanan emek, ürünlerin içerdiği maddi bir nitelik olarak,
onların değeri olarak
belirmez, çünkü kapitalist toplumdakinin tersine, bireysel emek artık dolaylı
biçimde değil de, doğrudan toplumsal emeğin parçasıdır (…)”
Bireysel
emek, kapitalist toplumda pazar/piyasa aracılığıyla toplumsal emeğin bir
parçası olur. Sosyalist/komünist toplumun ilk evresindeyse, üretim toplumun
ihtiyaçları doğrultusunda bilimsel olarak planlanır ve üreticilerin emeği,
değişim ilişkileri dolayımına girmeden, doğrudan toplumsal emeğin bir parçası
olarak ürünlere aktarılır, bu aktarılan kadar emek içeren başka ürünlerse
yeniden bireylerin tüketimine sunulur.
Marx’ın
terminolojisinde “maddi” kelimesi, “nesnel” ile eş anlamlıdır. Aslında, değer, metaların
nesnel, ölçülebilir bir özelliğidir. Ortalama ve toplumsal olarak gerekli emek
miktarlarıyla değer büyüklükleri belirlendiğinden, emek de toplumsal bir pratik
olduğundan; değere, toplumsal ilişkilerin bir sonucu olarak bakılmalıdır. Değer
metaların, fiziksel bir niteliği, doğal bir niteliği değildir. Örneğin altının
iletkenliği, fiziksel/doğal bir nitelikken, değeri “nesnel” bir özelliktir.
Fakat biz Marx’ın ne demek istediğini anlıyoruz. Önemli olan nokta, ilkel
topluluklarda ve komünist toplumda, emeğin ürünler oluştururken, onlarda bir
değer görünümüne sahip olmadığının kavranmasıdır.
Emek-değer
yasası, ilkel topluluklarda, komünizmde, Robinson gibi bir adada yaşamak
zorunda kalmış birkaç kişinin aralarında kurduğu ilişkilerde, hayvanların
biyolojik/doğal “emeği”nin ürünlerinde, bir kişinin kendi kullanımı için yani
yararlılığı için emek harcayarak oluşturduğu bir üründe (örneğin bir köylünün
kendi ailesi için peynir yapmasında) geçerli değildir. Değerin oluşması için
emek harcanması ve ürünlerde bu emeğin içerilmesi gereklidir. Fakat bu ürünler
insanlar arasında değişime girmediği sürece, içerdikleri emek miktarları, değer
olarak gerçekleşmez. Değer, metaların üretim sürecinde oluşur, fakat dolaşımda
gerçekleşir.
Marx’ın
Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde, metalardan, kapitalist toplumdan
bahsedişinde, “değer”, “eşdeğer” kavramlarını kullanması, komünist toplumdan
bahsederken ise, “değer” kavramını kullanmaması dikkat çekicidir. Komünist
toplumun ilk evresinde örneğin, emek miktarlarının üretimde toplumsal emeğe
katılması ve tüketim için geriye katıldığı oranda çekilmesinden
bahsedilmektedir. Marx komünist toplumda ürünlerin “değer”inin olmadığını
yazmasının yanı sıra, üretimdeki ve tüketimdeki ilkelerden bahsederken de, “değer”
kavramı ekseninde bir açıklama sunmaz. Örneğin, komünist toplumun ileri evresinde,
bölüşüm ilkesi “herkese ihyacına göre” olarak belirtilir; yani, artık toplumsal
toplam ürünlere katılan bireysel emek miktarlarının da bir önemi yoktur; her
birey yetenekleri doğrultusunda katkısını koyacak, ihtiyaçları doğrultusunda
ürün ve hizmetlerden yararlanacaktır.
11 Mayıs 2022 Çarşamba
Felsefe ve Politika
Ercan Arslan
Engels’in
Anti-Dühring kitabıyla, Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabı
her türden gerici felsefe ve akıma karşı benzer bir duruş sergiler.
Engels
bu kitabı yazdığı dönemde, sosyalist teori yeterince kavranmamıştı. Pratiğin
durumuysa şöyleydi: Avrupa’da gerçekleşen 1848 devrimleri ve bastırılmaları;
Paris Komünü deneyimi ve yenilgisi, işçi sınıfının barikat savaşlarına
çekilerek yalnızlaştırılması ve en ilerici direngen unsurlarının yok edilmesi
ile birlikte köylüler, diğer ezilen kesimler ve “küçük burjuva” unsurlarla
ittifakının zayıflatılması; işçi sınıfının örgütlenmelerinin göreli zayıflığı;
sosyalist ideolojinin işçi sınıfı içerisinde yeterince özümsenmemesi… Teorinin
derinlemesine özümsenmemesi, pratikte el yordamıyla hareket edilmesi, her
renkten gerici fikirlerin ilerici özellikteymiş gibi görünmesini sağlamıştır.
Materyalizm ve
Ampiryokritisizm
kitabıysa, 1905 devrimi yenilgisi sonrasında gelişen ve sosyalist akımları da
etkileyen gerici felsefe ve pratiğe karşı yazılmıştır. Geçici yenilgiler
sonrasında, devrimci teoriyi derinlemesine özümseyememiş, sınıfsal tavrını
gereğince gösterememiş, proletaryanın devrimci bilinci yeterince oturmamış
unsurları, bu dönemlerde yollarını şaşırır. Bu dönemlerin uzun süreceği, mevcut
sistemin yenilmez olduğu sanısına kapılırlar.
1990’lardan
bu yana sosyalizmin yenilgisi sonrası süreç de, aynı bu özellikleri
taşımaktadır. Sosyalist örgütlerde görülen moral bozukluğu, örgütsel
dağınıklık, emperyalist-kapitalist sisteme karşı ideolojik ve siyasal pratik
olarak doğru tarzda bir karşı duruş sergileyememe, Marksist-Leninist teori ve
pratiğin yeni koşullara yeterince uyarlanamamasından kaynaklanmaktadır. Anti-Dühring’in değerlendirme yazısında
şöyle bir pasaj geçmektedir:
“Anti-Dühring’in anlam ve önemi; bu
dönemde Dühring gibi şarlatanların etkili olmasının sebebi, Marksizmin bir
dünya görüşü olarak değil ama siyasal eylemin bir yol göstericisi olarak
kavranmasından ve sosyalist partideki yöneticilerin Marksizmi derinlemesine
özümsememelerinden kaynaklanmaktaydı.” (Anti
Duhring, s. 35)
Marksist
diyalektik felsefeye göre, maddi güçler sonsuzdur, dünyanın gerçek birliği
maddeselliğine dayanır. Materyalizm, monist (birci) bir yapıdadır. Hegel
felsefesindeki mutlak tinin tersine, mutlak maddeselliğe dayanır.
Maddesellikten gelişecek bütün diğer süreçler maddenin yansımaları ve tekrar
kendine dönmeleridir. Görünürdekileri duyumlarımızla yansıtmamız, gerçeklikteki
maddi süreçlerle birebir çakışmaz.
Engels
Anti-Dühring’de maddeselliği ve
Dühring gibi şarlatanların etkili olmasını şöyle değerlendirir:
“Dünyanın varlığı, birliğin koşulu da
olsa, çünkü o bir olmadan önce var olmalıdır, dünyanın birliği varlığına
dayanmaz. Varlık, kısacası, çevrenimizin bittiği noktadan sonra açık bir
sorundur. Dünyanın gerçek birliği, maddeselliğine dayanır ve bu maddesellik
birkaç hokkabaz çığırtkanlığıyla değil ama felsefe ve doğa biliminin uzun ve
sıkıntılı geliştirilmesiyle tanıtlanır.” (Anti-
Dühring, s. 95)
Ekonomi
politikte Dühring, Kant’ta görüldüğü gibi ahlak yasalarını öne çıkarır. Ekonomi
politik yasalarını zor kavramıyla açıklamaktadır, bu zoru da ahlaksal,
nesnellikten bağımsız kendi yarattığı ölümsüz doğrularla düzeltme yoluna gitmektedir.
“Ütopik sosyalistlerin görüşlerini
açıkladıkları çağda kapitalist ilişkiler, burjuvazi ve proletarya arasındaki
çelişkiler yeterince gelişmiş bir durumda değildi. Proletarya bu dönemde
kendini ayrı bir sınıf olarak yeterli bir düzeyde görmüyordu, hatta acınacak
halde yukarıdan yardım alabilecek, ezilmiş acı çeken bir zümre olarak
gösteriyordu.” (Anti-Dühring, s. 371)
“Bu tarihsel durum, sosyalizmin
kurucularını da etkiledi, kapitalist üretimin olgunluktan uzaklığına,
sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığına, teorilerin olgunluktan uzaklığı
yanıt verdi. Toplumsal sorunların, henüz gelişmesinin ilk basamağında olan
ekonomik ilişkiler içinde saklı bulunan çözümü beyinden çıkmalıydı. Toplum
yalnızca düzgüsüzlükler sunuyordu; bu düzgüsüzlüklerin ortadan kaldırılması,
düşünen usun göreviydi.” (age, s.
371)
Kant’ta
görülen ahlaksal us kavramı da buna benzer. Dühring, nesnel koşulları doğru
tarzda değerlendirip ona uygun davranış sergilemesi gerekirken, ayağı yere
basmayan, kafasından safça çözümler üretip, ahlaksal ilkeler oluşturmuştur.
Bunu bütün süreçlere uygulamaya çalışır, ekonomi politikteki meta yasasını da
bu ahlaksal yasayla değerlendirir:
“Akışkan emeğin, çalışmakta olan emek
gücünün, bir emek ürünü ile değişilmesi istenir. Bu güç, o andan başlayarak,
tıpkı kendisi ile değişilecek olduğu ürün gibi bir metadır. Bu emek-gücünün
değeri, artık hiçbir zaman ürününe göre değil ama kendinde cisimleşen toplumsal
emeğe, o halde bugünkü ücret yasasına göre belirlenir. Ama bu, istenmeyen şeyin
ta kendisidir. Akışkan emeğin, emek gücünün kendi tam ürünü ile değişilebilir
olması istenir. Bu onun kendi değeri ile değil ama kendi kullanım değeri ile
değişebilir olması gerektiği anlamına gelir; değer yasası bütün öteki metalara
uygulanmalı ama emek gücü için ortadan kaldırılmalıdır. ‘Emeğin değeri’
arkasında saklanan, kendi kendini ortadan kaldırmaya özgü düşçülük işte budur.”
(Anti-Dühring, s. 439)
Meta
yasasını doğal işleyişinden çıkarıp, ahlaksal bir yapıya indirgemesi; ütopik
sosyalist bir yapıyı, koşulları dikkate almayıp, kendi bilincinde oluşmuş
fikirlerden kurmaya çalışması… Ekonomik politiğe göre, saf emeğin bir değeri
olamaz, işçinin emek gücünün bir değeri vardır.
Konumuzu
aydınlatması açısından Materyalizm ve
Ampiryokritisizm kitabından alıntı yapalım:
“Dünya bizim dışımızda var olan
gerçekliktir. Duyu algılarımızla (özdeş olma anlamında) ne ‘çakışabilir’, ne
onunla çözülemez eşgüdüm içerisinde bulunabilir, ne de diğer bir bağlantıda
duyumlarla özdeş olan bir “unsurların karmaşığı” olabilir; Çünkü dünya, hiçbir
insanın, duyu organlarının, açık olarak fark edilebilir durumda olup, herhangi
bir şekilde duyum denilen özelliğe sahip olan madde anlamında, üst biçimde bir
örgütlenmeye sahip maddenin bulunmadığı zamanda da vardı.” (Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 139,
Çağrı Yayınları)
Maddesel
dünya biz insanlar olmadan önce de vardı; insanlar maddesel dünyayı zamanla
duyumsayarak, bilincine ererek tanımaya çalışır. İnsan bilgisi sonsuzdur,
zamanla dünyanın bilgisine ulaşacağız, dünya bilinemez değildir. İnsan bilgisi
ve fikirleri maddesel dünyayla birebir çakışmaz. Bilgiler, mutlak doğrular da
değildir. Ampirik verilere ve duyumlara göre hareket etmek doğru bir tarz
değildir. Koşullar değiştiğinde, yenilgiler veya yengiler olduğunda, gerçekte
var olan maddi unsurlar, kafamızdan uydurduğumuz fikirlerle ve görünürdeki
gerçeklikle yok sayılamaz.
“Duyu algısı bizim dışımızda var olan
gerçekliktir düşüncesini Engels’e yüklemek bilinemezcilik ve idealizmi,
materyalizm olarak yutturma çabasının öylesine göze görülür bir biçimidir ki,
Bazarov’un bu konudaki bütün rekorları kırdığını kabul etmeyi zorunlu kılıyor!”
(Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s.
139)
Bogdanov’un,
Dietzgen’in hatalı görüşlerini diyalektik materyalizme atfederek Machçı
görüşlerine dayanak bulmasını, Lenin Materyalizm
ve Ampiryokritizm kitabında şöyle eleştirir:
“Görüyorsunuz: Kant’ın sözleriyle,
yani özellikle herkesin anlayabileceği biçime sokmak, aradaki farkı göstermek
amacıyla – Kant’ın hatalı, karışık terminolojisini alarak, Dietzgen ‘deneyin sınırlarının
ötesine’ geçişi kabul ediyor. Bu Machçıların, materyalizmden, bilinemezciliğe
geçerken neye bel bağladıklarına güzel bir örnek: görüyorsunuz diyorlar, biz deneyin
sınırlarının ötesine geçmek istemiyoruz; bize göre duyu algısı bizim dışımızda
var olan gerçekliktir.”(age, s. 147)
Machçılar
pragmatist pozitivistler gibi deneye dayanırlar, deney öncesi onlara göre
bilinemez. O anki mevcut duyumlarla elde ettiğimiz deney nesnesi, asıl
gerçekliktir derler. Mevcut durum belirleyicidir, bu yüzden statükocudur, o
anki durum değiştirilemeyecek olarak algılanır. Kant’ı deneyüstünü kabul ettiği
için eleştirirler; Kant, a priori bilgiyi deneyin önceli olarak ilk başa
koyarak zihinde var olan kendinde şeyi kabul eder.*
“Kant felsefesinde varlık alanı,
görünen (phainomenon), görünmeyen (noumenon) olmak üzere ikiye ayrılır, dahası
iki türlü varlık alanı bulunmaktadır. Görünen varlık alanı bilinebilen,
görünmeyen varlık alanı ise bilinemeyen, yalnızca var olduğu düşünülebilen bir
ortamdır.” (Pratik Usun Eleştirisi,
s. 16, Say Yayınları)
“Bu görünmeyen varlık alanı kendi
başına var olan diye nitelenir. Bu alan yalnızca tasarlanabildiğinden bilginin
sınırı durumundadır. İnsanın taşıdığı istenç özgürlüğü bu alanda ortaya
çıkmaktadır. Bu özgürlük ise duyarlığın etkisinden, egemenliğinden kurtulmuş,
insanın özüne, temel yapısına dayalı bir gereklilikten kaynaklanır.” (Pratik Usun Eleştirisi, s.16, Say
Yayınları)
Kant
bunu kabul etmesiyle, deneyüstü olan usun önemine işaret ederek usa dayalı
ahlaksal ilkelerini buradan çıkarmaktadır. Ahlakın içgüdülerle, duyumlarla,
görünür gerçeklikle bağlantısı söz konusu edilmez, ahlak bunlardan arındırılıp
usa dayandırılır. Kant’taki deneyüstü, metafizik (fizik ötesi) olanın kabulü,
bilinemezciliğe kapıyı aralar. Bu görüşleriyle deneye ve görgücülüğe dayalı
pragmatist felsefenin eleştirisinin hedefi haline gelir. Pragmatistler,
Marksistlerde görülen zamanla bilinebilecek olan kendinde şeyin kabulünü, sanki
Kant’taki bilinemez olan kendinde şey kabulüyle aynıymış gibi göstererek, Marksizm’in
de bilinemezliği kabul ettiği algısını yaratmaktadır. Oysa şu anki bilgimizle
biz şeylerin bazı nesnel niteliklerini tam olarak bilemiyor olabiliriz, fakat
bunlar zamanla bilinebilir hale gelecektir. Maddi nesnelliğin sonsuz olması
gibi, bilgi de sonsuzdur. Şu anki bilgilerimiz, düşüncelerimiz, maddi
nesnellikle birebir çakışmaz, mutlak değişmez doğrular değildir. Bilgilerimiz,
sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisindedir. Biz materyalistler bir anlamda
kendinde şeyi kabul ediyoruz; bizdeki kendinde şey, maddi nesnelliktir.
Kant’taki ise nesnel dışı olan, usa dayalı idealist/metafizik, hiçbir zaman
bilinemeyecek olan kendinde şeydir.
Aslında
Machçılar, subjektivist ve bilinemezcidirler. Çünkü duyu organlarımızın
tanıklığına yeterince güven duymazlar ve duyumculuklarında da tutarlı
değildirler. Duyumlarımızın kaynağı olarak, insandan bağımsız olarak var olan
nesnel gerçekliği kabul etmezler. Duyumları, bu nesnel gerçekliğin doğru bir
kopyası olarak görmezler. Bu nedenle de doğa bilimiyle tam bir çelişki
içerisine düşüyor ve fideizme kapıları ardına kadar açıyorlar (age, s. 158).
“Engels ‘kör zorunluluğun’ varlığından kuşku
duymaz. O, insanca bilinmeyen bir zorunluluğun varlığını kabul eder. Bu, hemen
yukarda aktarılan pasajda oldukça açıktır. Ama, mahçıların görüş açısından,
insan, bilmediği bir şeyin varlığını nasıl bilebilir? Bilinmeyen bir
zorunluluğun varlığım nasıl bilebilir? Bu ‘gizemcilik’, ‘metafizik’, ‘fetişler’in
ve ‘putlar’ın kabulü değil midir, bu ‘kantçı bilinemez kendinde-şey’ değil
midir? Eğer mahçılar, konu üzerine biraz eğilseydiler, Engels’in şeylerin nesnel
niteliklerinin bilinebilirliği ve ‘kendinde-şeyler’in ‘bizim-için-şeyler’e
dönüşmesi üzerine uslamlaması bir yanda, kör, bilinmeyen zorunluluk üzerine
uslamlamaları öte yanda, ikisi arasındaki tam özdeşliği kavramamış olamazlardı.
Tek tek her insandaki bilincin gelişmesi ve bütün insanlığın kolektif
bilgisinin gelişmesi, her adımda, bize, bilinmeyen ‘kendinde-şey’in, bilinen ‘bizim-için-şey’e
dönüşmesinin, kör, bilinmeyen zorunluluğun, ‘kendinde zorunluluğun’, bilinen ‘bizim
için zorunluluğa’ dönüşmesinin örneklerini sunar. Bilgibilimsel bakımdan bu
[sayfa 205] iki biçim dönüşüm arasında hiç bir ayrım yoktur, çünkü, her iki
durumda da temel görüş açısı aynıdır: bu, materyalizmdir, dış dünyanın nesnel
gerçekliğinin ve dış doğanın yasalarının, ve hem bu dünyanın, hem de bu
yasaların tümüyle insanca bilinebilir oldukları, ama onun tarafından kesenkes
hiç bir zaman bilinemeyeceği şeklindeki olgunun kabulüdür.” (Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 160,
Eriş Yayınları)
Maddi
koşulların, 1905 Rus devriminin yenilgisi sonrasındaki sürecin, doğru tarzda
tahlil edilmemesini, Machçılar ve pragmatistler gibi duyumlarla hareket
edilmesini, Lenin Ocak 1909 broşürüyle değerlendirir:
“Otokrasi önceden olduğu gibi şimdi de
proletaryanın ve tüm demokrasinin baş düşmanıdır. Ancak onun aynı kaldığını
varsaymak yanlış olurdu. Stolipin Anayasası ve Stolipin tarım politikası, eski
yarı-pederşahı, yarı derebeylikçi çarlığın dağılmasında yeni bir aşama, onun
bir burjuva monarşisine dönüşmesi yolunda yeni bir adım anlamına gelmektedir.
Mevcut durumun bu karakterizasyonunu ya hepten silmek isteyen ya da “burjuva”
yerine “plütokratik” koymak isteyen Kafkasya delegeleri yanlış bir bakış
açısına sahipti. Otokrasi çoktan beri plütokratiktir, fakat ancak tarım
politikası temelinde ve tüm ülke çapında burjuvazinin belirli tabakalarıyla
örgütlenmiş olan doğrudan ittifak temelinde, ancak devrimin birinci aşamasından
sonra, onun darbelerinin etkisi altında burjuvalaşmaktadır.” (Lenin, Seçme Eserler 4, s. 15)
“Bu objektif koşulların kökleri,
Rusya’nın geçmekte olduğumuz burjuva gelişme döneminin, burjuva karşı-devrim ve
otokrasinin kendisini burjuva monarşisi tipine göre reorganize etme çabaları
döneminin özelliklerinde yatmaktadır.”(age)
Bu
dönemi doğru tarzda değerlendiremeyen, burjuva monarşisine geçişi göremeyen ya
da burjuva kapitalist geçişin tamamlandığını sanan unsurlar yalpalamışlar,
rotalarını kaybedip yanlış yola girmişlerdir. Burjuva etkilenime sahip
unsurlar, parti tasfiyesi yoluna sapmış, burjuva monarşisine geçişi doğru
tahlil edemeyenler de legal çalışmanın (Duma içinde çalışmanın) beyhudeliğini
öne sürmüşlerdir. Bu anlayış nesnel gerçek özü göremeyip duyumlara, görgücülüğe
göre hareket edildiğinin bariz bir göstergesidir.
Bugün
de, duyumlara göre hareket, siyasi ve pratik anlayışlarda hâkimiyetini
sürdürmektedir. Görünür ampirik gerçeklik, nesnel gerçekliğin önünü tıkayan bir
pozisyondadır. Sosyalizmin yenilgisi teorilerinin; emperyalist-kapitalist
sistemin hakimiyet kazandığını, sosyalizmin “out” kapitalizmin “in” olduğunu,
Marksist-Leninist teori ve siyaset pratiğinin yetersiz kaldığını ve günümüze
göre yeniden yorumlanması ve değişmesi gerektiğini vurgulayan görüşlerin, her
renkten revizyonist, gerici, fideist, yaratılışçılığı körükleyen görüşlerin ön
planda gözükmesi, duyumculuğun hakim halde olduğunun göstergesidir.
Fikirler
ve nesnellikten soyutladığımız kavramlar, maddi unsurların yansımasıdır. Maddi
unsurlar olmadan fikirlerden bahsedilebilir mi?.. 2+2 =4 etmesi bir
soyutlamadır; gerçeklikle birebir çakışmaz, neye göre 2+2=4 eder?.. Örneğin
elmaları toplarsak bu elmalar aynı mıdır, rengi, gramı, tadı birebir aynı
mıdır? Veya 4 insan birebir aynı mıdır, bu insanların kiloları, fiziksel
özellikleri, cinsleri aynı mıdır?.. Matematiksel işlem yaparken maddi
nesnellikten soyutlama yaparız, fikirlerimiz, iradi çabalarımız, kültürel
oluşumlarımız da maddi nesnellikten yaptığımız soyutlamalar ve yansımalar ile
bunların ürünüdür. Bunlar, nesnel gerçekliğin birebir yansıması değildir.
İnsanoğlunun iradi çabaları, maddeselliğin bir yansımasıdır; dünyanın
maddeselliğine dayanır. İradi çabamız tarihsel koşullara göre şekil alır.
Mevcut durumun şartlarına, nesnel koşullara göre şekillenen iradi çaba,
koşulların şeklini, biçimini değiştirebilir. Öz değişimi, belirli bir tarihsel
süreç ve birikim sayesinde oluşur. Tarihte sırasıyla istisnalar hariç, ilkel,
köleci, feodal, kapitalist, sosyalist üretim tarzları hâkim olmuştur. Bu
tarzların hepsi bir tarihsel sürece göre oluşmuş ve iradi çabalarda bu
süreçlere göre değişikliğe uğramış ve bir önceki tarzın içinden doğmuştur.
Şimdi yaşadığımız emperyalist-kapitalist dönem de, yerini sosyalist ve daha
sonra da komünist sisteme bırakacaktır. Sosyalist ve komünist fikirler ve iradi
çabalar kafamızdan uydurduğumuz, kafamıza doğmuş fikirler değildir; bunlar
kapitalist üretim tarzının çelişkilerinin bir yansımasıdır. Bu üretim tarzın
maddeselliğine dayanır. İradi çaba, devrimci durum, mevcuttaki kapitalizmin
içinden, sosyalizmi doğuran kabuğun kırılmasıyla meydana gelir. Koşullar
gelişmiştir, eksik olan bu koşulların biçimini değiştirebilecek olan iradi
çabanın yetersizliğidir. Sosyalizm kapitalizmin bağrından doğar ve belirli bir
süre bakiye kapitalist ilişkiler varlığını sürdürür. İradi çabamızla bir
çırpıda bunu ortadan kaldıramayız. Biz bunu kaldırdık, şu kanunları yürürlüğe
koyduk demeyle, sadece düşünerek, kafamızdan güzel düşünceler yaratarak
sosyalizme ve daha sonra da gelişecek olan komünist sisteme geçemeyiz. Örneğin,
sosyalizmde de küçük üretim ve ücretli işçilik devam eder. Ücretli işçilik
devam ettiği için ve işçinin emek gücü özünde meta olduğundan, pazar için
üretilen metayla karıştırmamak lazımdır. Genelde sosyalist sistemlerde bu
karıştırılmıştır. Ürünler kapitalist sistemde belirsiz bir pazar ve satış için
üretilir, oysa sosyalizmde üretilen ürünler, pazarın arz talep dengesine göre
değil, tüm toplumun ihtiyaçları için bir plan çerçevesinde, meta–değişim
ilişkisinden arındırılarak üretilmeye çalışılır. Meta ilişkisi görünürde hâkim
olmasa da, ücretli işçilikte ve küçük üretimde devam eder ve her saniye yeniden
kapitalist ilişkileri yaratır.
Meta
üretimi belirli bir tarihsel süreç neticesinde oluşmuştur. İlkel komünal
topluluklarda, meta üretimi mevcut değildi. Ürettikleri kullanım değeri olan
ürünleri değiştirmek için üretmiyorlar, yaşadıkları gruplarla ortak olarak
kullanıyorlardı. Bu süreç üretilen ürünlerin çoğalması, çeşitlenmesi sonucunda
artı bir ürün birikmesine ve bu artı ürünün topluma önderlik eden kesimlerde
toplanmasına sebebiyet vermiştir. İlkel komünal dönemde meta ilişkisi olmasa
da, bu ilişkiyi bu ortaklaşmacı düzen kendi içinden yaratmıştır. Sınıfsal
ilişkiler oturmamıştır, ama gruplardaki yöneticiler ve ruhban kesimler belirli
bir statü elde etmişler, zamanla da artı ürünün bu kesimlerde birikmesiyle
sınıfsal ilişkiler embriyon halinde gelişmeye başlamıştır. İlkel komünal
dönemde, grupların nüfuslarının az olması, ürettikleri aletlerin kısıtlı
olması, yaşadıkları coğrafyaların geniş olması sebebiyle, yüz binlerce yıl
komünal yaşamlarını sürdürdüler. Komünal dönemin dönüşümü, ürettikleri aletlerin
çeşitlenmesi, fazla ürün elde etme, nüfuslarının artması ve dünyanın eşitsiz
şartları, ürünlerin ve toprakların belirli grupların elinde toplanması gibi
etmenlerin gelişmesi neticesinde meydana gelmiştir. Ekonomik temel, üst yapıyı
şekillendirir. Artı ürünün birikmesi üst yapıyı meydana getiren unsurların
yapısının değişmesine sebebiyet verir. İlkel komünal dönemdeki üretim
seviyesinden ve doğa şartlarına aşırı bağımlı olmasından dolayı zorunlu olan
ortaklık ve eşitlikçilik, artı ürünün çoğalmasıyla birlikte değişikliğe uğrar
ve sınıfsal özellikler gün yüzüne çıkar.
Sosyalist
sistemde de temelde işleyen ekonomik yapılanma üst yapı kurumlarını
şekillendirir. Sınıfsal ilişkiler çözülmektedir, devleti yönetenler işçilerden
az ya da işçilere eşit maaş alabilir, herkes haklarda eşittir, üretilen ürünler
tüm topluma bireylerin emekleriyle orantılı olarak dağıtılır, ülkenin ekonomik
yapısı kapitalist ülkelerden daha iyi bir konumdadır ve üretim bunalımları
yoktur. Ama ücretli işçilik ve küçük üretim devam ettiği sürece, eşitsizlik ve
az ya da çok artı değer üretimi de devam eder. Sosyalizmden geriye dönüş
olmamasını istiyorsak, bunun bilincinde olmak, geriye dönüşlerin bu alt yapının
devam etmesi sebebiyle olduğunu kabul etmek ve ona uygun davranmak zorundayız.
Burada
bu ilişkiler doğru tarzda planlanmalıdır. Üretilen artı değer tüm topluma
dağıtılmalıdır (sağlık, barınma, ısınma, eğitim, kamusal hizmetler vd. gibi).
Bu süreçte çok uyanık olunması gerekmektedir. Sosyalizmin tekrar kapitalizme
(devlet kapitalizmine) dönüşebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu sistem
de, kapitalizmin toplumsallaştırılmış, planlanmış, burjuvasızlaştırılmış bir
sistemidir. Ancak sosyalist sistemin bir üst aşaması olan komünist sisteme,
eşitsizliği yaratan bütün etmenler ortadan kaldırıldığında geçilebilir. Yani,
ücretli işçiliğin kaldırılması, meta üretiminin ve bunun karşılığı olan paranın
ortadan kaldırılması, üretimde bolluğun olması, üretimin bütün insanlık için
yapılması, çalışmanın bir zorunluluk değil toplumsal bir görev olması, herkesin
eşit bir konumda olması, kimsenin başkasından bir farkının olmaması, herkesin
ihtiyacına göre planlanacak toplumsal üretiminin hâkim olması gerekir.
Nesnel
şartlar derinlemesine tahlil edilmeli ve ona uygun tarzda teorik ve pratik bir
hat çizilmelidir. Koşulların yanlış tahlili ve eksik bilgiler, yanlış iradi
çabaları doğurur. Duyumlara dayalı olan ampirik pratikler nesnel koşulları
doğru tahlil edemediklerinden iradi çabaları aşırı abartırlar. Kafalarından
yarattıkları fikirleri ön plana çıkarırlar. Hümanist, ahlaksal, ütopyaya dayalı
bir düzen kurmaya çalışırlar. Ayakları yere basmayan ütopik, anarşist, komünist
fikirlerde durum böyledir. Evet, bu fikirler güzeldir, herkes böyle olmasını
ister; birden bire sınıfların, paranın ortadan kalkmasını, herkesin eşit
olmasını ister, ama nesnel şartlarda bunun olabilirliği oluşmalıdır.
Marx
ve Engels’in Kutsal Aile, Alman
İdeolojisi ve Engels’in Anti-Dühring
kitaplarını yazdıkları dönemin öncesinde, kapitalist sistemin yeni oturmaya
başlaması, proletaryanın sınıf tavrının yeni gelişmeye başlaması, maddi
koşulların doğru bir tahlinin yapılmaması, bilimsel gelişmelerin yeni yeni
oluşmaya başlaması sebebiyle kurtarıcı fikirler, nesnel gerçeklik dışından,
deney ötesinden gelmeliydi. Bu yüzden Hegel ve Kant felsefesi, bu dönemde
ütopik sosyalist fikirlere öncülük etmiştir. İkisininki de idealist bir
felsefedir. Bauer kardeşlerin “eleştirel eleştiri” dedikleri şey de aslında,
tinin yansımasıdır. Kendi kafalarında yarattıkları her şeye uygulanabilir
sandıkları fikirlerdir. Yığınları edilgin olarak kabul ederler, yığınlar kendi
başlarına hiçbir şey yapamazlar, onlar adına “eleştirel eleştiri” her şeyi
düşünür ve gerçekleştirir. Ahlaksal ilkeler koyarlar, burjuvazi ve proletarya
arasında uzlaştırmacıdır, onları doğru yola çağırırlar. Soyut bir ahlaksal
vicdan kavramıyla bütün insanlığı hümanist bir yaklaşımla birleştirmeye
çalışırlar. Dühring’de de, bu mantık egemendir: Gerçek nesnel koşullar
karşısında sanal ütopik zırvalar derlemesi…
Günümüzden
Ali Koç’un “gerçek sorun kapitalizm” çıkışı da böyle bir özellik gösterir.
Kendisi ülkemizdeki emperyalist işbirlikçi tekelci kapitalizmin, finans
oligarşinin bir temsilcisi değilmiş, işçilerin sömürülmesinde ortak değilmiş
gibi davranmaktadır. Aslında amacı çıkmaza giren kapitalizmi şirinleştirme,
karşıt sınıflar arasında uzlaşmayı sağlamaya çalışmadır. Diğer kapitalistlere
biraz daha insaniyetli olmalarını telkin ederek, hümanist, ahlaksal öneriler
sunmaya çalışarak, kendi sınıfsal hâkimiyetinin sürmesini istemektedir. Samimi
değildir; samimi olmak istiyorsa kendi ailesinin işlettiği fabrikaları
bankaları, zincir marketleri, artı değer üreten, sermayeyi büyüten işçilerin
yönetimine devretsin. Ya da Robert Owen gibi ütopik sosyalist bir tarzda
kooperatifçiliği örgütlesin. Ali Koç ve onun gibilerin böyle bir dertleri
yoktur. Tek dertleri kapitalist sistemin ilelebet sorunsuz sürmesidir.
Lenin’in
Materyalizm ve Ampiryokritisizm
kitabını yazdığı çağda ise serbest rekabetçi kapitalizmin yerini emperyalizm
dönemi almış, burjuvazi ve proletarya arasında çatışma belirginleşmiş,
proletaryanın partileri oluşmuş, teori daha iyi özümsenmiş, siyasal pratik
geliştirilmiş, bilimsel ve teknik gelişmeler daha bir üst boyuta taşınmış,
bilgi birikimi nesnel temelde olgunlaşmaya başlamıştır. Artık eskisi gibi
insanlar yönetilememektedir. Sistemi yönetenler, kapitalist sistemin sürekli
ayakta kalmasını isteyenler artık deneyüstü fikirlerle insanları
etkileyememektedirler. Onlar için artık önemli olan deneydir. Duyumları ön
plana çıkarırlar, tek maddi gerçeklik duyumlarımızdır, o anki koşullar, mevcut
durum tek gerçekliktir, onun ötesi deneyüstüdür, bilinemez. Bu yüzden Kant’a
deneyüstünü, kendinde şeyi kabul ettiği için savaş açmış gibi görünürler.
Marksistler de kendiliğinden şeyi kabul ederler. Bu Kant’a göre us’tu, her
şeyin temelinde us vardı. Marksistlerdeki bu kendiliğinden şey, maddi
unsurlardır. Biz şu anki bilgimizle maddi unsurları tam manasıyla bilemiyoruz,
ama zamanla bileceğiz.
Günümüzde
de duyumlarla hareket eden, Marksizmi eleştirdiğini sanan, Marksizmi idealist
Kant’la aynı kefeye koyan, Marksizmin determinist olduğunu iddia eden,
bilinemezcilikle suçlayan, Marksizmin yenilenmesi gerektiğini söyleyen,
günümüzün şarlatan ideologlarıyla hesaplaşmadan doğru bir hat çizilemez. Bugün,
Bauer, Duhring, Bogdanav gibi şarlatanların yerini Althusser, Sartre, Walter
Benjamin, Wallerstein, Zizek vb., Marksizmi eleştirdiğini ve yeni yorumlar
getirdiğini zanneden Marksistmiş gibi görünen şarlatanlar almıştır.Yenilginin
getirdiği psikolojiyle, Marksist geçinen birçok örgütte, bu şarlatanların öne
sürdüğü en pespaye teoriler ön plandadır. Örgütlü
gözüken örgütsüzlük zirve noktasındadır. Bırakın bizim ülkemizi, dünyada da
gerçek bir proletarya partisi mevcut değildir. Örgütsüz olmamız, sosyalizmin
yenilgisi teorisinin hâkim olması sebebiyle, Marksist teorinin yerine gerici
teoriler, gerçek sosyalist bir örgütlenme ve siyaset pratiği yerine “örgütsüz partiler” revaçtadır.
Anti-
Duhring-Friedrich Engels-Sol yayınları
Materyalizm
ve Ampiryokritisizm-Lenin-Çağrı yayınları
Materyalizm
ve Ampiryokritisizm-Lenin-Eriş Yayınları
Pratik
Usun Eleştirisi-Kant-Say yayınları
Alman
ideolojisi-Marx-Engels-Sol yayınları
Kutsal
Aile-Marx-Engels-Sol yayınları
Seçme
Eserler 4- Lenin-İnter yayınları
*A
priori; idealist felsefede deneyden önce elde edilen bilgiyi, başlangıçtan beri
zihinde var olan bilgiyi nitelendirmek için kullanılır, deneyüstüdür. A
Posteriori; genellikle sonradan gelen bilgi anlamında kullanılır ve deneyimle,
algılarla edinilen bilgiyi ifade eder.
[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]
Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...