28 Ağustos 2023 Pazartesi

Ölüm Cezası | Karl Marx

25 Ocak [1853] tarihli The Times'ta, "Amatör idam" başlıklı aşağıdaki yorum yayınlandı:

"Genellikle ülkemizde, her kamuya açık infazın ardından, görünüşte bilinen bu ceza infazının olgunlaşmamış ve hastalıklı zihinler üzerinde sahip olduğu güçlü etkisi sonucu, bir dizi asarak intiharın ve ölümcül kazanın takip ettiği görülmüştür."

The Times’ın bu yorumun örneği olarak ileri sürdüğü bazı olaylardan birisi, Sheffield’de, Barbour’un infazı konusunda diğer delilerle konuştuktan sonra kendisini asan bir deliye ilişkindir. Diğer bir olay da kendisini asan 14 yaşındaki bir çocuğa ilişkindir.

Bu olaylar listesinin desteklemeyi amaçladığı ve makul insanları hiç de tatmin etmeyen bu öğreti, ölüm cezasının toplum tarafından ultima ratio (son çare) olarak yüceltildiği bir ortamda, cellâdın doğrudan yüceltilmesinden başka bir şey değildir. “Baş gazete”nin baş makalesinin yaptığı da budur.

The Morning Advertiser, 1849 yılının 43 gününe ilişkin, bazıları çok acı olan, ama The Times’ın kanlı mantığını ve cellâda olan sevgisini eleştiren şu ilginç verileri sunuyor:

Bu tablo, The Times’ın kabul ettiği gibi, sadece intiharları değil, aynı zamanda suçluların idamına yol açan çok korkunç cinayetleri de ortaya koymaktadır. Makale, bu barbar teoriyi mazur gösterecek tek bir kanıt ya da bahane ortaya koymasa bile şaşırtıcıdır.

Uygarlığıyla övünen bir toplumda, ölüm cezasının adil ya da uygun olduğunu kanıtlayacak bir ilke bulmak, bütünüyle olanaksız değilse de, pek güçtür. Genellikle ceza, ya bir yola getirme ya da bir yıldırma aracı olarak savunulmuştur. Peki, ama siz başkalarını yola getirmek ya da yıldırmak için, ne hakla beni cezalandırıyorsunuz? Üstelik Kabil'den beri dünyanın cezayla ne yola geldiğini, ne de yıldığını tam bir kanıtlamayla gösteren ne tarih vardır, ne de istatistik diye bir şey vardır. Tam tersine, soyut hak açısından, soyut olarak insan onurunu tanıyan bir tek ceza teorisi ortaya konulmuştur; bu, özellikle Hegel'in daha katı bir formüle bağladığı biçimde Kant'ın teorisidir. Hegel şöyle der:

"Ceza suçlunun hakkıdır. Onun kendi iradesinin bir eylemidir. Hakkın çiğnenmesi, suçlu tarafından kendi hakkı olarak ilan edilmiştir. Onun suçu hakkın olumsuzlanmasıdır. Ceza, bu olumsuzlanmanın olumsuzlanmasıdır ve dolayısıyla suçlunun kendi isteği ve kendisinin zorladığı hakkın bir onaylanmasıdır."

Bu formülde kuşkusuz aldatıcı bir şey vardır; bu da, Hegel'in suçluya yalnızca bir nesne, adaletin bir kölesi olarak bakacak yerde, onu özgür ve kendi kendini belirleyen bir varlık durumuna yükseltmesidir. Böyle olmakla birlikte, soruna daha yakından bakarsak, Alman idealizminin, çoğu başka durumlarda olduğu gibi, burada da, toplumun kurallarına aşkın (transcendantal) bir yaptırım eklediğini fark ederiz. Gerçek itileri ve üstünde baskı yapan çeşitli toplumsal koşullarıyla birlikte bireyin yerine "özgür irade" soyutlamasını -insanın birçok niteliğinden birini, insanın kendisinin yerine- geçirmek bir aldanma değil midir? Cezayı suçlunun kendi iradesinin bir sonucu sayan bu teori, yalnız eski “jus talionis”in (kısasın), göze göz, dişe diş, kana kantin metafizik bir ifadesidir. Bütün söz oyunları bir yana bırakılıp açıkça konuşulacak olursa, ceza, toplumun nitelikleri ne olursa olsun can alıcı önem taşıyan koşullarının çiğnenmesine karşı bir kendini savunma aracından başka bir şey değildir. İyi ama, kendini savunmak için cellattan daha iyi bir araç bilmeyen ve kendi vahşetini "dünyanın en ileri gelen gazetesinde" ebedi hukuk diye ilan eden toplum, nasıl bir durumdadır ki?

Bay A. Quételet, L’Homme et ses Facultés (İnsan ve Yetileri) adlı üstün nitelikli bilgince yapıtında şunları söyler:

“Korkunç bir düzenlilikle ödediğimiz bir bütçe var - hapishaneler, zindanlar ve darağaçları bütçesi… Hatta yıllık doğum ve ölümleri nasıl önceden bilebiliyorsak, hemen tıpkı onun gibi, kaç kişinin elini hemcinslerinin konma boyayacağını, kaçtım kalpazanlık edeceğini, kaçtım zehir kullanacağını da şimdiden kestirebiliriz.”

Gerçekten de, Bay Quételet 1829'da yayımlanan bir suç olasılıkları hesabında, 1830 yılında Fransa'da işlenen suçların yalnızca tutarını değil, bütün çeşitlerini de, şaşırtıcı bir kesinlikle önceden kestirmiştir. Toplumun belli bir ulusal kesiminde ortalama bir suç tutarını yaratan şeyin, bir ülkedeki özgül siyasal kurumlar olmaktan çok, genel olarak, çağdaş burjuva toplumunun temel koşulları olduğu Quételet’nin 1822-24 yılları için yaptığı tablolardan görülebilir. Amerika ve Fransa'daki yüz hüküm giymiş suçluya bakalım.

Bu durumda, eğer geniş çapta gözlemlenen suçlar, tutarları ve sınıflandırılması bakımından böyle fizik olgularının düzenliliğini gösteriyorlarsa, -eğer Bay Quéletet’nin dediği gibi “iki etken nedenden (fizik dünya ile toplumsal sistem) hangisinin etkisini daha büyük bir düzenlilikle ortaya koyduğuna karar vermek güç oluyor” ise- o zaman, yalnızca yenilerine yer açmak için bir sürü suçluyu idam eden cellâdı göklere çıkarmak yerine, bu suçları türeten düzenin değiştirilme yolları üstünde derin derin düşünmek zorunluluğu yok mudur?

Kaynak: “Capital Punishment” New-York Daily Tribune, 18 Şubat 1853. Marx - Engels, Toplu Yapıtlar, Cilt 11, s. 495-497.

27 Ağustos 2023 Pazar

Peuchet: İntihar Üzerine – Karl Marx

Michael Löwy : “Alışılmadık Marx”

Marx’ın yazıları arasında oldukça alışılmadık bir yazı vardır. Bu yazının başlığı “Peuchet: vom Selbstmord” (Gesellschaftspiegel, zweiter Band, Heft VII, Elberfeld, Januar 1846)dır, ve Jacques Peuchet’s Du Suicide et de ses Causes (anılarından bir bölüm)den alınan pasajların çevirisinden oluşmaktadır . Burada incelediğimiz kitap, bu dokümanın İngilizce çevirisidir. Görüleceği üzere Marx tarafından yazılmış bu kısa ve neredeyse unutulmuş makale, modern burjuva toplumunun kötülüklerinin, ataerkil aile yapısının kadınlara çektirdiği acıların ve sosyalizmin geniş ve evrensel faaliyet alanının daha iyi anlaşılması için çok değerli bir katkı oluşturmaktadır.

Marx’ın bu makalesi birçok bakımdan diğer çalışmalarından farklıdır: bunlardan bazılarına -kitabın editörleri Kevin Anderson ve Eric Plaut tarafından yazılmış olan- önsözde değinilmiştir:

Bu yazı, büyük ölçüde bir başka yazardan (Peuchet) yapılan alıntıların çevirisinden oluşmaktadır, yani bizzat Marx tarafından yazılmamıştır. Marx defterlerini bu tür alıntılarla doldurma alışkanlığına sahipti, ama bunların hiçbirini yayınlatmadı.

-Seçilen yazar ne bir ekonomist, ne tarihçi, ne filozoftur, hatta sosyalist bile değildir, Restorasyon döneminde Fransız polis arşivlerinin eski başkanlarından biridir.

-Alıntılanan çalışma bilimsel değildir, “hayattan olaylar”ın, anekdotların, küçük hikâyelerin ve de bunlara eklenen yorumların dağınık bir toplamıdır.

-Makale, genellikle beklendiği gibi politik ya da ekonomik alanlar değil, özel yaşam ve özellikle de intihar üzerinedir.

-İntiharla bağlantılı olarak tartışılan temel toplumsal konu modern toplumda kadının ezilmesidir.

Bu özelliklerin her biri Marx’ın bibliyografyası için alışılmadıktır, ama tümü bu çalışmayı benzersiz kılmaktadır. Bu özellikler düşünülünce, bu çalışmanın ne kadarının kesinlikle Marx’a ait olduğunu sormaya bile hakkımız olacaktır. Bununla birlikte, Marx metin üzerinde farklı şekillerde kendi izini bırakmıştır: giriş bölümüyle, metni renklendiren yorumlarıyla, alıntıları seçişiyle, çevirirken yapmış olduğu değişikliklerle. Ve metnin Marx’ın görüşlerini ifade ettiğini düşünmemizin temel nedeni, Marx’ın kendi yorumlarıyla Peuchet’dan alıntıladıkları arasında herhangi bir ayrım yapmamasıdır, yani bütün metin Marx’ın imzasını taşıyan homojen bir yazı olarak ortaya çıkmaktadır.


Peuchet: İntihar Üzerine – Karl Marx

Fransız toplum eleştirisi, sadece belli sınıfların ilişkilerinde değil, tüm modern ilişki alanlarında ve biçimlerinde yaşanan (modern yaşamın) çelişkileri ve yapaylıkları, kıs-en de olsa ortaya koyma becerisine sahiptir. Bunu, Fransızlara özgü yaşam coşkusunu, bakışlarının zenginliğini, ince zekâlarını, cesur yaratıcı ruhlarını açıkça anlatarak yapmıştır. Fransızların toplum eleştirisindeki üstünlükleri hakkında fikir sahibi olmak için, mesela, kendi dönemlerindeki insan ilişkileri üzerine çalışan Owen’in ve Fourier’ın eleştirel yazılarını karşılaştırın. Toplumsal koşulları eleştirel bir şekilde sunanlar yalnızca Fransız ‘sosyalist’ yazarlar değil; aynı zamanda edebiyatın bütün alanlarındaki yazarlar, özellikle de roman ve biyografi yazarlarıdır. Jacques Peuchet’nun “Mémoires tires des Archives de la Police etc.” (Polis Arşivlerinden Anılar) adlı, intihar üzerine çalışmasından alıntılarla, Fransız toplum eleştirisinin bir örneğini ele alacağım. Bu alıntılar, sadece proleterler için biraz ekmek ve biraz eğitim sağlama sorunu ile ilgilenen ve sadece işçilerin toplumun şu anki durumu yüzünden sıkıntı çektiğini düşünen aksi takdirde, şu an varolan dünyanın varolması muhtemel dünyalar içinde en iyisi olduğunu savunan hayırsever burjuva düşüncesinin dayanaklarını gösterebilir.

Jacques Peuchet gibi, 1789’dan beri sayısız ayaklanmayı tecrübe etmiş olan, ama günümüzde artık neredeyse soyları tükenmiş, hayli yaşlı birçok Fransız yüksek devlet memurunun siyasi deneyimleri sayesinde, sayısız hayal kırıklıkları, coşkular, anayasalar, hükümdarlar, yenilgiler ve zaferler, varolan mülkiyet, aile ve diğer kişisel ilişkiler, yani kısacası özel yaşam eleştirisi hayat bulur.

Jacques Peuchet (doğumu 1760) edebiyattan tıbba, tıptan hukuka, hukuktan yönetim ve polis şefliğine dek ilerlemiştir. Peuchet, Devrim’den önce, çoğunlukla ekonomi politik ve yönetim sorunları ile ilgileniyordu ve Abbé Morellet ile Dictionnaire du commerce (Ticaret Sözlüğü) üzerinde çalışıyordu, ancak ne var ki bu sözlüğün sadece tanıtım yazısı yayınlandı. Peuchet, yalnızca kısa bir dönem için Fransız devriminin taraftarlarından biriydi; kralcı partiye döndükten sonra, bir dönem Gazette de France’ın editörlüğünü üstlendi ve sonrasında kötü bir üne sahip olan kralcı Mercure [gazetesinin] editörlüğünü Mallet du Pan’dan devraldı. Yine de, devrim boyunca akıllıca bir yol izledi, bir dönem baskı gördü, bir dönem de Emniyet ve İdare Teşkilatı’nda çalıştı. 1800 yılında bastığı Géographie commerçante [Ticaret Coğrafyası]nın 5. cildi ile, Birinci Konsül Bonaparte’ın dikkatini çekti ve Conseil de commerce et des arts üyeliğine atandı. Sonraki yıllarda, François de Neufchâteau Bakanlığı’nda yönetimde daha yüksek bir mevkiye getirildi. 1814’de Restorasyon onu tüm görevlerinden aldı. 100 günlük bu sürede inzivaya çekildi. Bourbonların Restorasyonunda ise, Paris polis merkezinde, 1827’ye dek süren arşiv sorumluluğu görevine getirildi. Peuchet’nun, hem doğrudan hem de bir yazar olarak, Kurucu Meclis, Konvansiyon, Tribunate ve Restorasyon idaresindeki Millet Meclisinin konuşmacıları üzerinde etkisi vardı. Yukarıda belirtilen Geography of Commerce [Ticaret Coğrafyası] dışında en bilinen, çoğunlukla ekonomi üzerine olan çalışmaları ise Fransa istatistikleridir.

Peuchet yaşlandığında, kısmen Paris polis arşivlerinden, kısmen de Emniyet ve İdare Teşkilatı’ndaki uzun pratik deneyimlerinden derlediği anılarını yazdı, ama anılarının ölümünden sonra basılmasını istedi. Böylelikle hiçbir koşulda, yazarlarımız, yüksek meslek sahipleri ve memurlarımızdaki aşırı titizlikten ve kapsamlı bilgiden tamamen yoksun “aceleci” Sosyalistlerden ve Komünistlerden biri olarak değerlendirilmeyecekti.

Şimdi Paris polis merkezinde çalışmış olan arşivcimizin intihar üzerine söylediklerini dinleyelim!

Yıllık intihar sayısındaki artış, dün olduğu gibi bugün de olağan kabul edilse de, toplumumuzun kötü örgütlenmesinin bir belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Özellikle, sanayinin durgun ve krizde olduğu dönemlerde, kıtlık ve karakış yıllarında, belirtiler salgına dönüşür. Fahişelik ve hırsızlık da aynı ölçülerde artış gösterir. İntiharın en büyük nedeni yoksulluk olmasına rağmen, sanatçılar ve politikacılar kadar aylak zenginler de olmak üzere tüm sınıflarda görülmesi ve intiharı arttıran nedenlerin çeşitliliği, ahlakçıların intihar üzerine yaptıkları tek-düze ve acımasız suçlamalarla alay eder gibidir.

Şu an bilimin zayıf hatta kayıtsız kaldığı verem hastalığı, dostluğun suistimali, ihanete uğramış aşklar, hüsranla sonuçlanan ihtiraslar, ailevi acılar, kaybedilmiş rekabet, tekdüze yaşamın tatminsizliği, bastırılmış coşkular şüphesiz intihar nedenlerindendir, hele de bunlardan cömertçe nasibini almış kişiler için. Ve yaşam sevgisi, kişiliğin bu enerjik itici gücü de, insanı sıklıkla tiksindirici varoluşuna bir son vermeye sürükler.

En büyük meziyeti basmakalıp sözleri akıllı bir üslupla ifade etmek olan Madame de Stael intiharın doğaya aykırı bir eylem olduğunu ve cesaret göstergesi olarak değerlendirilmemesi gerektiğini göstermeye çalışır; özellikle de, çaresizlikle savaşmanın ona yenilmekten daha değerli olduğunu iddia eder. Bu tür tartışmalar talihsizlikten kahrolmuş ruhları çok az etkiler. Eğer dindar iseler, daha iyi bir dünyayı sabırsızlıkla beklerler, ama eğer hiçbir şeye inanmıyorlarsa, “Hiçliğin” sakinliğini ararlar. Felsefi tiradların onların gözünde hiçbir değeri yoktur ve acıdan kurtuluşun zavallı sığınaklarıdır. Tüm bunların ötesinde, bu kadar sıklıkla başvurulan bir eylemin doğaya aykırı olduğunu iddia etmek talihsizliktir; her gün tanık olduğumuz için, intihar hiçbir şekilde doğaya aykırı değildir. Doğaya aykırı olan hiçbir şey varlık gösteremez. Diğer yandan, Tatarlar kendilerini öldürmediğine göre intiharların çoğunu üreten bizim toplumumuzun doğasıdır. Yani, bütün toplumlarda olaylar aynı şekilde sonuçlanmaz.

Toplumumuzu düzeltmek ve daha yüksek bir düzeye çıkarmaya çalışmak için kendimizi’ itiraf etmek zorunda olduğumuz şey budur. Cesaret açısından ise, eğer günışığında savaş meydanında ölüme meydan okumak cesurluk olarak değerlendiriliyorsa, hiçbir şey karanlık bir yalnızlık içerisinde her tür heyecanın baskısı altında kendisini öldürmeye karar veren birinin de cesaret yoksunu olduğunu kanıtlayamaz. Bu tür tartışmaya açık bir sorun ölenleri aşağılayarak çözümlenemez.

İntihara karşı söylenen herşey aynı düşünce etrafında dönüp durur. İnsanlar intiharı Tanrısal iradenin çiğnenmesi olarak görürler, ama intiharın varlığı kendi başına tanrının çözümlenemez iradesine karşı açık bir protestodur. İnsanlar toplum hakkındaki kendi fikirlerimizi açıklamamıza ya da uygulamaya koymamıza izin vermeden, topluma karşı görevlerimiz hakkında konuşurlar bizimle ve sonuç olarak acıya yenilmek yerine onun üstesinden gelmeyi binlerce kez daha büyük bir meziyet olarak yüceltirler. Öyle bir meziyettir ki bu, neden olduğu manzara kadar üzücüdür. Kısacası, onlar intiharı korkaklığın bir eylemi, yasaya, [topluma] ve insan onuruna karşı bir suç olarak görürler.

Tüm bu lanetlemelere karşın insanlar kendilerini niçin öldürüyorlar? Çünkü çöküntü içindeki insanın damarlarındaki kan beyhude laflar üretmek için zamanları olan soğukkanlı canlılarda olduğu gibi akmaz. İnsan insana bir sır gibi görünür; insan yalnızca suçlanabilir, bilinemez. Tüm Avrupa’ya hükmeden akıldışı kurumların nasıl ulusların kanını ve yaşamını tükettiğini, uygarlaşmış adaletin tehlikeli kararlarını onaylatmak için hapishaneler, cezalandırmalar ve ölüm araçları tarafından etrafının nasıl sıkıca sarıldığını gördüğümüzde; her anlam-da sefalete terkedilmiş sınıfların sayısal büyüklüğünü ve acımasız aşağılamalarla hırpalanan, önlem olsun diye ya da belki de onları sefilliklerinden kurtarmak için toplum dışına itilmiş insanları gördüğümüzde, tüm bunlara tanık olduğumuzda, çoğunlukla geleneklerimizi, önyargılarımızı, kanunlarımızı ve ahlakımızı ayaklar altına alan bir varoluşa saygı duyması için neyin bize, bu insanlara emretme hakkını verdiğini anlayamayız.

Cezaları azaltarak ve intihar edenleri lanetleyerek intiharı önlemenin mümkün olduğu düşünüldü. Durumunu savunmak için artık hayatta olmayan insanları bu şekilde karalamanın ahlaksızlığı hakkında ne söylenebilir ki? Bu arada, bu talihsiz kişiler bunları pek de umursamazlar ve eğer intihardan birisi suçlanacaksa, suçlanması gereken geride kalan insanlardır, çünkü bu güruh arasında intihar eden insan için uğruna hayatta kalmayı hak edecek bir kişi bile yoktur. Bu acımasız ve de çocukça yollar çöküntünün fısıldamalarına karşı başarılı olabilir mi? Dünyadan kaçmak isteyen bir insan kendi cesedine yapılacak aşağılamaları umursar mı? O, bu aşağılamaları yalnızca yaşam adına bir diğer korkaklık eylemi olarak yorumlar. Bu nasıl bir toplum, insan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor; hiç kimse farkına varmadan dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor? Bu toplum, toplum değildir, Rousseau’nun dediği gibi, vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür. Emniyet teşkilatındaki görevlerim sırasında sorumlu olduğum alanlardan biri de intiharlardı; birçok vakada insanları intihara sürükleyen nedenlerin önüne geçilip geçilemeyeceğini öğrenme isteğindeydim. Yoğun bir şekilde bu konu üzerinde çalıştım. Şu anki toplumsal düzenin bütünsel bir reformundan yoksun olan her girişimin beyhude olduğunu fark ettim. (Anılar’ın yazarının savlarından çıkan bu sonuç Marx tarafından formüle edilmiştir -Bu cümle yerine Peuchet şöyle der : “herhangi bir kuramsal araştırma yapmadan, gerçekleri ortaya koymaya çalışacağım”) ”

Baskıcı ana-babaların ve amirlerin kendilerine tabi olan kişilere kötü muamele etmelerinin, adaletsiz davranmalarının, gizli cezalandırmaların, sinirli, çok kolay heyecanlanan, derin duyguları olan tutkulu insanları ölüm arayışına sürükleyen çaresizliğin temel nedenleri arasında olduğunu keşfettim. Bu devrim [Fransız Devrimi] yıkamadı tüm tiranlıkları ki; keyfi otoriteleri suçladığımız bu kötülükler sıradan ailelerde de varlığını sürdürmekte ve devrimlerdeki gibi krizlere neden olmakta.

Menfaatler ve mizaç arasındaki ilişkiler, bireyler arasındaki gerçek ilişkiler, daha en başından itibaren bizler tarafından yaratılmıştır ve intihar, yalnızca, her daim yeni hareketleri teşvik eden, birçok savaşçının, kurbanlar arasında sayılmaktan bıktığı için ya da cellatlar arasında onurlu bir mevki işgal ettikleri düşüncesine isyan ederek, geri çekildiği evrensel toplumsal mücadelenin binbir belirtisinden yalnızca bir tanesidir. Eğer birkaç örnek istiyorsanız, bunları gerçek tutanaklardan aktaracağım.

1816 Temmuz’unda, bir terzi kızı, ahlaklı, iradeli, çalışkan genç bir kasapla nişanlanır, kasap güzel gelinine çok bağlıdır, kız da ona çok düşkündür. Genç kız da terzidir; kendisini tanıyan herkesin saygısını kazanmakta ve damadın ailesi tarafından içtenlikle sevilmektedir. Bu iyi insanlar, genç kızı gelinleri olarak kabul edecekleri günü çabuklaştırmak için hiç bir fırsatı kaçırmazlar; partiler verirler ve genç kız partilerin kraliçesi ve idolüdür.

Evlenme zamanı yaklaşır; iki aile arasında her şey ayarlanır ve anlaşmalar sonuçlandırılır. Nikâhın kıyılmasından bir gün önce, genç kız, ve ailesi damadın ailesi ile akşam yemeği yiyecektir. Ancak önemsiz bir olay, beklenmedik bir biçimde bunun gerçekleşmesini engeller. Zengin müşterilerden gelen siparişler terziyi ve karısını evde çalışmak zorunda bırakır. Özürlerini bildirirler; ancak kasabın annesi, kendisiyle gitmesine izin verilmiş olan gelinini götürmek için gelir.

İki önemli misafirin katılamamasına rağmen yemek oldukça eğlencelidir. Aileye dair birçok fıkramsı anı anlatılır ki bu muhtemel evlilik bağını güçlendirir. İçkiler içilir, şarkılar söylenir; gelecek hakkında konuşulur. Hararetle iyi bir evliliğin güzelliklerinden bahsedilir. Yemek gece geç saatlere kadar sürer. Basitçe açıklanabilecek müsamahakârlıkla, genç adamın ailesi nişanlı çiftin duygularını sessizce paylaşmasını görmezden gelir. Elleri birbirini arar, aşk ve mahremiyet başlarını döndürür. Zaten evliliğin gerçekleştirildiği düşünüldüğünden genç çift utanılacak en ufak bir şeye neden olmaksızın gayet uzun bir zaman boyunca görüşmektedir. Damadın ailesinin duyguları, gecenin ilerleyen saatleri, büyüklerin hoşgörüsüyle serbestleşen karşılıklı ateşli arzular, her zaman böyle yemeklere hakim olan sınırsız eğlence, tüm bunlar kendisini tebessümle ortaya koyan bir fırsatla birleşir ve şarap insanları coşturunca, tahmin edilebilecek bir sonuç ortaya çıkar. Işıklar söndüğünde, karanlıkta aşıklar yeniden buluşurlar. Herkes şüphelenilecek bir şey yokmuş gibi, farkında değilmiş gibi yapar. Mutluluktur onları saran burada, hiç dertleri yoktur.

Genç kız ailesinin yanına ancak ertesi sabah döner. Kızın kendisini suçlu hissetmemesinin kanıtı eve yalnız başına dönüğü gerçeğinde yatar. Kız sessizce kendi odasına girer ve üstünü değiştirmeye başlar; fakat kısa bir süre sonra ailesi onu fark eder, akabinde hiddetle kızlarına en utanç verici hakaretleri yağdırırlar ve aşağılarlar. Komşular buna tanıklık eder, rezaletin sınırı yoktur. Kızın iffeti nedeniyle çektiği acıyı ve sırrının rezilane biçimde ortaya dökülmesinin yarattığı şoku düşünün. Bu şaşkına dönmüş kız, ailesinin adını kötüye çıkardığını, hatalı olduğunu, aptallık ettiğini, itaatsizlik ettiğini kabul eder, ama boşu boşuna ailesine herşeyin eskisi gibi olacağını anlatmaya çalışır. Kızın iddiaları ve üzüntüsü terzi çifti sakinleştirmekte başarısız olur.

En korkak ve en tepkisiz insanlar, mutlak ailesel otoritelerini kullanabileceklerini fark ettiklerinde yatıştırılamaz bir öfkeye kapılırlar. Bu otoritenin kötüye kullanımı, eskiden olduğu gibi, burjuva toplumunda da insanların ister istemez kendilerini alçaltmalarına neden olan bütün uysallık ve bağımlılıklarının bedelidir.

Birdenbire kadın erkek işgüzarlar ortaya çıkar ve kargaşaya katılır. Bu tiksindirici sahneden kaynaklanan utanç duygusu, genç kızın kendi yaşamına son verme kararı almasına neden olur. Çirkef ve küfürbaz komşular güruhunun arasından koşarak aşağı kata iner; gözleri delilikle bulutlanmıştır, Seine nehrine seğirtir ve kendini nehre atar. Kayıkçılar kızı sudan çıkartır, kız ölmüştür ve üzerinde hala gece giydiği tuvalet vardır. Tabii ki, ilkin kıza hakaretler yağdıranlar şimdi ailesini suçlamaktadır; bu felaket onların boş ruhlarını korkutmuştur. Birkaç gün sonra kızın anne ve babası polisin emanetinde bulunan, kızın müstakbel kayınpederinin hediyesi olan boynundaki altın zinciri, gümüş saati ve diğer küçük çeşitli mücevheratı almak için polis merkezine geldiler. Ben bu insanları aptallık ve barbarlıkları yüzünden hiddetle azarlama hatasına düşmedim. Bencil önyargılarını ve aşağı tüccar sınıfına hâkim olan kendilerine has dini inançlarını göz önünde bulundurarak, bu çılgın insanlara

Tanrıya hesap vermek zorunda kalacaklarını söylemenin onlar üzerinde çok az etki yapacağını düşündüm. “Onları bana getiren şey hatırası olan iki üç parça eşyaya sahip olma arzusu değil, açgözlülükleriydi ve kendi açgözlülükleri ile onları cezalandırabileceğimi düşündüm. Kızlarının mücevherleri üzerinde hak iddia ediyorlardı, mücevherleri onlara vermeyi reddettim; yasa gereği eşyaları muhafaza eden ofisten bu eşyaların teslim edilmesi için ihtiyaç duyacakları belgeleri sakladım. Bu görevde olduğum süre boyunca taleplerini hep boşa çıkardım, aşağılamalarına meydan okumaktan keyif aldım.

Aynı yıl, Martinique’in en zengin ailelerinden birinden olan çekici genç bir kreol(1) ofisime geldi. Bu genç kreol, genç bir kadının, yengesinin cesedini, cesedi almayı talep eden kişiye, kendi ağabeyine yani ölmüş kadının kocasına, teslim etmeye kesinlikle razı olmadı. Kadın suya atlayarak intihar etmişti. Bu en yaygın intihar türüdür. Kadının cesedi, cesetleri kaldırmakla görevlendirilmiş polis memurları tarafından Greve d’Argenteuil civarlarında bulunmuştu. En karanlık umutsuzlukta bile kadınlara has yaygın iffet içgüdüsüyle, boğulan kadın eteğinin ucunu açılmasın diye dikkatli bir şekilde ayaklarına sarmıştı. Bu iffetli önlem, kadının intihar ettiğini şüpheye yer bırakmadan kanıtlamaktaydı. Kadın bulunur bulunmaz morga götürülür. Güzelliği, gençliği, lüks giysileri bu felaketin nedeni konusunda binlerce söylentiye yol açar. Onu ilk teşhis eden kişinin, kocasının, üzüntüsü sonsuzdur, en azından bana söylendiği kadarıyla, bu felaketi algılayamamıştır. Şahsen onu daha önce görmemiştim. Kreol’e kocanın taleplerinin tüm diğerlerine göre öncelikli olduğunu söyledim; adam talihsiz karısı için şimdiden görkemli bir mezar taşı diktirmişti. Öfkeden köpürmüş, oradan oraya koşturarak “onu öldürdükten sonra, canavar!” diye bağırmıştı kreol.

Bu genç adamın heyecan ve umutsuzluğundan, ricasının kabul edilmesi için ısrarcı yalvarmalarından, gözyaşlarından, kadına âşık olduğu sonucuna vardım ve bunu ona söyledim. Adam aşkını itiraf etti; ama tüm içtenliğiyle yengesinin bunu hiçbir zaman öğrenmemiş olduğuna yemin etti. Bu onu sanık sandalyesine oturmak zorunda bıraksa bile, sadece yengesinin adını lekelememek için kardeşinin barbarlıklarını gün ışığına çıkarmak istedi, ki onun intiharı halk arasında, böyle durumlarda hep yaşandığı gibi, gizli bir aşk macerası olarak anılacaktı. Desteğim için bana yalvardı. Onun kırık dökük, tutkulu açıklamalarından çıkardığım sonuç şu idi: Monsieur de M… ağabeyi, zengin bir sanat uzmanı, lüksün ve yüksek sosyetenin bir dostuydu, yaklaşık bir yıl önce bu genç bayanla evlenmişti, görünüşe göre sevgileri karşılıklıydı; onlar görebileceğiniz en güzel çiftti. Evlilikten sonra genç adamın bünyesinde, birdenbire şiddetli, muhtemelen kalıtımsal bir kan hastalığı ortaya çıktı. Eski yakışıklı görünüşüyle ve zarif endamıyla, bir mükemmellik abidesi olmasıyla, emsalsiz, kusursuz yapısıyla gururlanan bu adam aniden tahribatlarına karşı bilimin çaresiz olduğu, bilinmeyen bir illetin kurbanı oldu, tepeden tırnağa çok korkunç bir şekilde çirkinleşti. Saçları döküldü, beli büküldü. Onun özsevisi bu gerçeği reddetmeye çalıştıysa da, gün be gün zayıflaması ve kırışıkları onu, en azından diğerleri için, fark edilir şekilde değiştirdi. Ancak bütün bunlar onun yatağa düşmesine neden olmadı; onun çelik iradesi bu hastalığın saldırılarına karşı zafer kazanmış gibi göründü. Adam kendi yıkımını feci şekilde yaşadı. Bedeni bir enkaza döndü, ancak ruhu ayakta kaldı. Ziyafetler vermeye, av partilerine başkanlık etmeye ve karakterinin ve doğasının kanunu gibi görünen zengin ve görkemli yaşam tarzını sürdürmeye devam etti. Fakat atıyla gezmeye çıktığında yaşadığı aşağılanmalar, alaylar, sokak çocuklarının ve öğrencilerin sataşmaları, kaba ve alaycı gülüşler, bayanlara karşı centilmen davranışlarda ısrar ederek kendini alaylara maruz bıraktığı sayısız durumla ilgili arkadaşlarının endişeli uyarıları, sonunda onun yanılsamasını parçaladı ve kendisine karşı daha dikkatli davranmasını sağladı. Çirkinliğini ve bedensel sakatlığını kabul eder etmez, bunun bilincine varır varmaz, içi acıyla doldu; kederlendi. Karısını partilere, balolara, konserlere götürmeye daha az düşkün gibi göründü; kır evine kaçıp gitti; bütün davetlere bir son verdi; binlerce bahane bulup insanlardan kaçtı; gururu nedeniyle kendi üstünlüğüne inandığı için hoş görebilmiş olduğu arkadaşlarının karısına ettiği iltifatlar artık onu kıskanç, şüpheci ve zalim yaptı. Onu ziyaret etmekte ısrar eden herkesin, son gururu ve son tesellisi olan karısının kalbini fethetmedeki kesin kararlılıklarını sezinledi. Bu sıralarda, kreol, başarısı Bourbonların Fransa krallığına yeniden getirilmesine yarayacak gibi görünen bir iş nedeniyle, Martinique’den geldi. Yengesi onu içtenlikle karşıladı, kadının yaşamak zorunda kaldığı sayısız ilişkiler enkazında yeni gelen bu kişi, ağabeyinin unvanı sayesinde doğal olarak Monsieur de M.. olarak adlandırılma avantajına sahipti. kreol, hem ağabeyinin arkadaşlarıyla giriştiği tartışmalar sonucunda, hem de ziyaretçilerin gözünü korkutan ve evi terk etmesine neden olan bir sürü olay yüzünden ev halkını saracak olan yalnızlığı önceden gördü. Onu da kıskanç yapan aşk güdüsünün açıkça farkında olmadan, kreol bu tecrit tedbirlerini onayladı ve öğütleriyle bu tedbirleri destekledi. Monsieur de M.. işi, Passy’de güzel bir eve tümüyle kapanmaya dek vardırdı. Ev kısa süre sonra bir çöle dönüştü. Kıskançlık, ne ile ilişkilendirileceği bilinmediği zaman, en ufak şeylerden beslenir; kendine karşı döner ve yaratıcı olur; her şey onu kuvvetlendirmeye hizmet eder. Belki de genç kadın yaşının zevklerini arzuladı. Duvarlar komşu evlerdeki bakışlara engel oldu; panjurlar sabahtan akşama dek kapalıydı.

Talihsiz kadın katlanılmaz bir köleliğe mahkum edildi ve bu köleliği dayatan Monseur de M..’den başkası değildi. Üstelik bunu bir yanda medeni kanuna ve mülkiyet hakkına, bir yandan da aşkı sevgililerin özgür duygularından koparan ve cimrinin hazinesine yaptığı gibi kıskanç kocaya karısını kilit altında tutma izni veren toplumsal şartlara dayandırmıştı; çünkü kadın, sadece adamın mülkiyetinin bir parçasıydı.

Gece Monseieur de M… silahlı bir şekilde, köpekleriyle birlikte sinsi sinsi evin etrafında dolaştı. Kumda izler gördüğünü zannetti ve bahçıvan tarafından yeri değiştirilmiş olan bir merdiven yüzünden garip şüphelere kapıldı. Nerdeyse 60’ında ayyaşın biri olan bahçıvanı bahçe kapısına nöbetçi olarak dikmişti. Tecrit edilmiş bir ruh aşırılıkta sınır tanımaz, işi saçmalamaya kadar vardırır. Bütün bunlardaki masum suç ortağı olan diğer erkek kardeş, gün be gün gözetim altında tutulan, aşağılanan, güçlü ve mutlu bir hayal gücünü oyalayacak her şeyden mahrum bırakılan, özgür ve neşeliyken umutsuz ve kederli olan bu genç kadının mutsuzlaşmasına yardımcı olduğunu nihayet anladı. Kadın ağlamıştı, gözyaşlarını gizlemesine rağmen izleri görülebiliyordu. Kreolun vicdanı sızlıyordu. Kreol sahip olduğu kaçamak aşk duygularından kaynaklanan hatası yüzünden af dilemek için yengesine niyetini açıkça söylemeye kesinlikle kararlıydı, bir sabah bu Mahkumun zaman zaman temiz hava almak ve çiçekleriyle ilgilenmek için gittiği küçük ağaçlıklı mesire yerine süzüldü. Bu durumu, kıskanç kocasının bakışlarının üzerinde olduğunu bildiğinden, faydalandığı çok kısıtlı bir özgürlük olarak ele almalıyız. Kayınbiraderini gördüğünde, onunla ilk defa beklenmedik bir şekilde yüz yüze geldiğinde, genç kadın çok büyük bir korkuya kapıldı. Ellerini ovuşturdu. Korkuyla ‘git buradan, Tanrı aşkına git!’ diye bağırdı ona.

Ve aslında, Monsieur de M…. birdenbire ortaya çıktığında, güç bela seraya saklanabilecek zamanı bulabildi.’ Kreol bağrışları duydu, dinlemeye çalıştı; kalbinin atışı, onun gizlenmesiyle ilgili olan açıklamanın en küçük kelimesini bile duymasını engelledi, kocası bunu anlarsa, trajik bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Bu olay kayınbiraderi daha da cesaretlendirdi; bundan böyle bir kurbanın koruyucusu olma ihtiyacını hissetti. Aşkının bütün kısıtlamalarından kurtulmaya karar verdi. Aşk her türlü fedakârlığı gerektirir, ama aşkından vazgeçme fedakârlığı ancak bir korkağa yakışır. Ağabeyiyle açıkça konuşmaya hazır olmak, ona kendini anlatmak ve her şeyi söylemek için ağabeyini ziyaret etmeye devam etti. Monsiuer de M … ‘nin ondan hiçbir şüphesi yoktu, ama kardeşinin ısrarları onda şüphe uyandırmaya başladı. Monseur de M …, bu ilginin nedenlerini tam olarak anlayamamıştı, ancak işin nereye varacağını hissederek, onlardan kuşkulanmaya başladı. Asanlar Passy’deki evin kapısını boşu boşuna çalarken, Kreol bir süre sonra, ağabeyinin, aslında iddia ettiği gibi, çevresinde olan bitene çok da ilgisiz olmadığını gördü. Bir çilingir çırağı ona, ustasının Monsieur de M… için yapmış olduğu anahtarların bir kopyasını yaptı. On günlük bir aradan sonra, yüreği korkuyla dolan, en çılgın hayallerle kıvranan kreol, gece duvarları tırmandı, ana avlunun önündeki çitin parmaklılarından birini parçaladı, bir merdivenle çatıya ulaştı ve tahliye borusundan kayarak kilerin penceresinden aşağıya ulaştı. Şiddetli bağrışmalar onu, cam bir kapı boyunca fark edilmeden sürünmek zorunda bırakmıştı. Gördükleri yüreğini parçaladı. Cumbada bir lambanın ışığı parlıyordu. Yatak odasının perdesinin arkasında, Monsieur de M… saçı başı birbirine karışmış ve öfkeden yüzü kızarmış, odayı terk etmeye cesaret edemediği, ama yavaş yavaş kendisini ondan uzaklaştırmaya çalışan yataktaki karısının yanına yarı çıplak çömelmiş, en acıtıcı suçlamalarla karısının üzerine gidiyordu ve onu paramparça etmeye hazır bir kaplan gibiydi. ‘Evet’ dedi kadına, ‘ben çirkinim, ben bir canavarım ve bunu çok iyi biliyorum, korkutuyorum seni. Benden kurtulmayı istiyorsun, çünkü beni görmek sana acı veriyor. Seni Özgür kılacak anı arzuluyorsun. Ve sakın bana bunun aksini söyleme, korkundan ve karşı çıkışından belli ne düşündüğün. Değersiz gülüşümden utanırsın, içinden isyan edersin bana. Birer birer dakikaların geçişini saydığına şüphe yok, ta ki zayıflıklarımla ve varlığımla daha fazla senin canını sıkamayacağım güne dek. Yeter! Bana benzemeni, çirkinleşmeni isteyecek kadar korkunç arzuların esiri oldum, böylece artık beni tanımış olma talihsizliği yüzünden sevgililerle kendini teselli edemezdin. Kıracağım bu evdeki bütün aynaları, böylece bu tezatlık yüzünden beni küçük göremeyecekler ve senin gururunu okşayamayacaklar. Sırf herkesin seni benden nasıl nefret etmeye sürüklediğini göresin diye, belki de seni, sokağa çıkarmalıyım ya da dışarı çıkmana izin vermeliyim. Yoo, hayır, beni öldürmeden bu evi terk edemeyeceksin. Öldür beni, hadi her gün içimi kemiren bu şeyi benden önce yap!’ Ve bu vahşi, bağırarak, dişlerini gıcırdatarak, ağzından köpükler saçarak, deliliğin binlerce belirtisiyle ve öfkeyle dövünerek en şefkatli okşamaları ve en acıklı yalvarışları boşa giden bu talihsiz kadının yanına, yatağın üzerine yuvarlandı. Sonunda kadın onu sakinleştirdi. Hiç şüphesiz, sevginin yerini acıma almıştı; fakat yüzüne bakılmaya korkulan, hiddeti nedeniyle neredeyse bütün enerjisi tükenen bu adam için, yeterli değildi bu. Kreol’un kanını donduran bu sahnenin sonucu ise uzun bir depresyon nöbetiydi. Heyecandan titredi ve talihsiz kadını bu ölümcül ıstıraptan kurtarmak için kime koşacağını bilemedi. Görünüşe göre bu sahne her gün tekrarlanıyordu; devamındaki nöbetler için Madam de M. işkencecisini bir parça sakinleştirmek amacıyla hazırlanmış ilaçları kullanıyordu.

O dönemde Paris’te Monsieur de M. ailesinin tek temsilcisi kreol idi. Yukarıdaki gibi durumlarda insan yargı sürecinin yavaşlığına ve hiçbir şeyin onları özenle ayarlanmış rutinlerinden saptıramayacağı yasaların duygusuzluğuna lanet okumak ister, özellikle de sorun sadece bir kadınla, kanun yapıcının en az güvence verdiği bir varlıkla, ilgili olduğunda. Yalnızca, tutuklama yetkisi -aşırı bir tedbir- bu deliliğe tanık olmuş kişinin çok iyi bir şekilde olacakları önceden sezdiği bu felaketi önlemiş olacaktı. Bununla birlikte, zenginliği çok büyük fedakârlıklar yapmasına ve riskli durumlarda sorumluluktan korkmamasına olanak verdiğinden, her şeyi riske atmayı, bütün sonuçları üstlenmeyi göze aldı. Kendisi gibi kararlı olan arkadaşlarının arasında bazı doktorlar, bu delilik nöbetlerini teşhis etmek ve güç kullanarak bu karı kocayı ayırmak için çoktan Monsieur de M’nin evine giriş izni elde etmek için hazırlanmaya başlamışlardı, intiharın gerçekleşmesi bu gecikmiş hazırlıkları haklı çıkardı ve soruna son noktayı koydu.

Elbette, sözün ruhunu yazıya hapsetmeyenler için bu intihar adamın işlediği haince bir cinayetti; fakat aynı zamanda sıradışı bir kıskançlık nöbetinin sonucuydu. Kıskanç adamların köleye ihtiyacı vardır, kıskanç adam sevebilir, ama hissettiği aşk sadece kıskançlığın bir kopyasıdır; bütün bunlardan da öte kıskanç adam bir özel mülk sahibidir (Marx bu cümleyi, Peuchet’nun anlattığı başka bir intihar vakasından almıştır). Kreolun, nafile ve tehlikeli, hepsinden de öte sevdiği kişinin anısına leke sürecek bir skandala neden olmasını engelledim, çünkü işi gücü olmayan insanlar kocasının erkek kardeşiyle zina etmekle suçlayacaktı bu kurbanı. Cenaze törenine katıldım. Hiç kimse gerçeği bilmiyordu, sadece kocanın erkek kardeşi yani kreol ve ben biliyorduk. Bu intiharla ilgili yüz kızartıcı söylentiler duydum etrafta ve söylentileri çıkaranlardan nefret ettim. Asanların bu sahte üzüntüsüne ve kirli imalarına yakından tanık olunca utanıyor insan. Yalnızlaşmış insanlar kadar çok, görgüsüz ve hayli yoz olan fikirler vardır, çünkü bu insanların her biri kendine yabancıdır ve herkes birbirine yabancıdır (Marx bu cümleyi, Peuchet’nun anlattığı başka bir intihar vakasından almıştır, Marx çeviriye özgür bir yorum getirir ve sonuç olarak şu kelimeleri ekler: “çünkü her biri kendine yabancıdır ve herkes birbirine yabancıdır”). Bu arada, benzeri vakaların yaşanmadığı birkaç hafta geçti. Aynı yıl çocuklarının ilişkilerine razı olmayan anne babaların neden olduğu ve kızın da erkeğin de kendilerini tabancayla vurmalarıyla noktalanan yasak bir aşk ilişkisini kayıtlarıma geçirdim.

Ayrıca, haksızlığa uğramaları nedeniyle, üstesinden gelemedikleri bir melankoliye düşmüş, hayatlarının baharında gücü tükenmiş, görmüş geçirmiş erkeklerin intiharlarını da kaydettim. Birçok insan, hiçbir yararı olmayan reçetelerin uzun ve lüzumsuz işkencesinden sonra, tıbbın onları hastalıklarından kurtarabilecek yetenekte olmadığı inancıyla yaşamlarını sonlandırır.

Birisi, ünlü yazarların alıntılarından ve gösterişli bir edayla kendi ölümlerine hazırlanan umutsuz insanların yazdığı şiirlerden oluşan olağanüstü bir derleme hazırlayabilir. Ölüm kararını takip eden o muhteşem soğukkanlılık anında, eğitimden yoksun sınıflar arasında bile, insanın ta içinden kopup gelen azgın bir coşku akar kâğıda. Derinliklerinde kayboldukları bu kurban etmeye iyiden iyiye kendilerini hazırlarlarken, tüm güçleriyle samimi ve kendilerini yansıtan kelimeler bulmaya çabalarlar.

Arşivlerde unutulmuş bu şiirlerden bazıları şaheser niteliğindedir. Ruhunu tümüyle kendi işine kaptırmış ve dini imanı para olmuş sıkıcı bir burjuva için, belki de tüm bunlar oldukça romantiktir ve çekilen tüm bu acıları anlayamadığından reddeder alaycı bir gülüşle: oysaki şaşırtmaz bizi onun bu küçümseyişi.

Başka ne bekleyebilir ki insan bu paragözlerden, gün be gün, saat saat, parça parça kendilerini, kendi insani doğalarını katledenlerden!

İnanmış ve eğitimli gibi gözüken bu iyi insanlar için ne demeli ki, oysa ta kendileridir bu pisliği yansıtan. Şüphesiz, bu süprüntülerin toplu intiharının yıkacağı bu dünyadaki ayrıcalıklı sınıfların umurunda olsa, bu sefil şeytanların yaşama tahammül etmelerinin büyük bir önemi olurdu, ama aşağılamalardan, alaylardan, süslü sözlerden başka, bu sınıfın varlığını katlanılır kılacak araçlar var mıdır? Dahası, kendilerini harap eden ve darağacı yoluyla intihar etmeyi tercih etmeyen, ölmeleri beklenen, bu zavallıların ruhunda belli bir büyüklük olmalıdır. Elbette, ekonomimiz ne kadar gelişirse, sefillerin bu soylu intiharları o kadar azalır. Bilinçli düşmanlık bunların yerini alır ve sefiller düşüncesiz bir şekilde hırsızlık ve cinayet riskini göze alır. Ölüm cezasına çarptırılmak iş bulmaktan daha kolaydır.

Polis arşivlerini karıştırırken intihar listesinde yalnızca tek bir korkaklık vakasına rastladım. O da, düellodan kaçmak için kendini öldüren, Wilfrid Ramsay adında genç bir Amerikalıydı.

İntihara yol açan çeşitli nedenlerin sınıflandırılması, toplumumuzun gerçek eksikliklerinin sınıflandırılması olacaktır. Biri kendini öldürür, çünkü dalavereciler buluşunu çalmıştır, ya da başka bir olayda mucit, kendini adamak zorunda olduğu uzun bilimsel araştırmalar yüzünden, bir patent bile alamayacak kadar korkunç bir yoksulluğun içine düşer. Bir diğeri oldukça büyük masraflardan ve bu arada da iktisadi hayata hâkim grupların hiçbir şekilde umursamadığı ve de çok yaygın olan parasal sıkıntılar yüzünden açılan onur kırıcı hukuki davalardan kaçmak için kendini öldürür. Bir başkası da, aramızda keyfine göre işverenlerin cimriliği ve aşağılamaları altında uzun süre inledikten sonra kendini öldürür, çünkü iş bulamamıştır.

Bir gün doktorun biri, kendisini sebebi olmakla suçladığı bir ölümle ilgili bilgi almak için bana geldi.

Bir akşam, yaşadığı yere, Belleville’e dönerken, karanlıkta, kendi evinin civarındaki dar bir sokakta, başı örtülü bir kadın durdurur onu. Kadın titrek bir sesle kendisini dinlemesi için yalvarır. Biraz uzakta simasını seçemediği biri, bir aşağı bir yukarı yürümektedir. Bir adam kadını takip etmektedir. Kadın “bayım, ben hamileyim ve bu anlaşılırsa bütün itibarımı kaybedeceğim” der doktora. Ailem de, konu komşu da onurlu insanlar da merhamet göstermeyecektir bana. Güvenine ihanet ettiğim bu kadın da aklını yitirecek ve şüphesiz kocasından da boşanacaktır. Yaptıklarımın doğru olduğunu iddia etmiyorum. Ben bir skandalın tam ortasındayım ve bu skandalın duyulmasını engelleyecek tek şey de benim ölümümdür. Kendimi öldürmek istedim, ama insanlar yaşamamı istiyor. Bana senin merhametli biri olduğun söylendi ve bu beni sizin bir çocuğun öldürülmesinde suç ortağı olmayı istemeyeceğinize ikna etti, bu çocuk henüz dünyaya gelmemiş olsa bile. Görüyorsunuz, bu bir kürtaj sorunu. Ben en ayıplanacak suç olarak kabul ettiğim bir şey için basitçe yalvararak küçültmeyeceğim kendimi. Sadece çevremdeki insanların yakarışlarına boyun eğdiğim için geldim size; çünkü nasıl ölüneceğini biliyorum. Ölümü kendim çağıracağım ve bunun için kimseye ihtiyacım yok benim. Biri bahçe sulamaktan keyif alıyormuş gibi yapabilir; bunun için tahta takunyalar giyebilir; her gün su taşıdığı kaygan bir zemini seçebilir; bir kuyunun derinliklerinde kaybolmayı planlayabilir; ve insanlar bunun “kaza” olduğunu söyleyecektir. Olacakları görüyorum bayım. Keşke tüm kalbimle çekip gitmek isteğim anın ertesi sabahı olsa. Herşey önceden planlandı ve bu plana göre gerçekleştirilecek. Sana bunu anlatmam söylendi bana. Sen sadece bir karar vereceksin, bir cinayet mi işlenecek, yoksa iki cinayet mi. Yemin ederim ki, cesaretsizliğim yüzünden, kayıtsız şartsız senin kararına biat edeceğim. Ver kararını!

‘Bu seçim’, diye devam etti doktor, ‘dehşete düşürdü’ beni. Kadının sesi pürüzsüz ve ahenkliydi; elime aldığım elleri, güzel ve narindi; umutsuzluk içinde bile açık sözlü ve kararlı oluşu mükemmel bir ruhun göstergesiydi. Fakat beni gerçekten korkutan bir nokta vardı bu olayda; binlerce vakada, zor doğumlarda, örneğin, cerrahın annenin veya çocuğun yaşamını kurtarma arasında seçim yaptığı durumlarda karar veren cerrah olmasına rağmen, tereddüt etmeden keyfiyetle kararını veren ya politika ya da insanlıktır’.

‘Yurtdışına kaç’ dedim. ‘İmkânsız’ dedi, ‘izin vermez buna.’

‘Tedbirli ol.’

‘Yapamam, arkadaşlığına ihanet ettiğim kadınla aynı evde yaşıyoruz.’

‘O kadın akrabanız mı?’ ‘

‘Daha fazlasını söyleyemem.’

“Bu kadını intihardan ya da suçtan kurtarmak için ya da bana ihtiyacı kalmadan bu çıkmazdan kurtulabilsin diye canımı bile vermeliydim” diye sürdürdü konuşmasını doktor. Kendimi barbarlıkla suçladım, çünkü bir cinayete suç ortağı olmaktan korktum. Mücadele korkunçtu. Sonra şeytan bana, sadece biri ölmeyi istediği için öldürmez ki kendini, diye fısıldadı; eğer kötülük yapma güçleri ellerinden alınırsa, bu uysal kişiler yanlış yapmaktan alıkonulabilirler. Parmaklarıyla oynadığı nakışların kalitesinden ve güzel konuşmasından belliydi zengin olduğu. Zenginlere daha az merhamet göstermek zorunda olduğumuza inanırız; o zamana kadar bu konuya değinilmemiş olmasına rağmen, ki bu nezaket göstergelerinden biriydi ve karakterimin saygı gördüğünün kanıtıydı, gururum altınla ayartılma düşüncesine karşı çıktı. Cevabım ‘hayır’dı; kadın hızla uzaklaştı; at arabasının gürültüsünü duyunca yaptığım şeyi artık düzeltemeyeceğimi anladım.

On beş gün sonra gazeteler bu sır perdesini aralamamı sağladı. Paris’li bir bankacının, en fazla 18’inde olan genç yeğeni, annesi öldüğünden beri gözünün önünden ayırmayan teyzesinin çok sevdiği ve vesayeti altında tuttuğu bu kız, Villemomble’da, vasisinin bölgesinde, ayağı kayarak dereye düşmüş ve boğulmuştu. Vasisi teselli edilemeyecek kadar üzgündü; bu mevkiye sahip olan enişte, bu ödlek baştan çıkarıcı, dünyanın önünde acısını böyle açığa çıkarabilirdi.

İnsan, daha iyi bir şey isteği için, özel hayatın kötülüklerine karşı intiharın en son çare olduğunu anlıyor.

İşten atılmalardan, işin reddedilmesinden veya maaşta ani bir düşüşten kaynaklanan intiharların daha sık olduğunu gördüm; çünkü bunlar yüzünden aileler artık geçinecek parayı temin edemez, birçoğu kıt kanaat yaşar.

Kraliyet sarayındaki muhafızların sayılarının azaltıldığı dönemde, iyi bir adam bile pek de umursanmadan diğerleri gibi işten çıkarıldı. Nüfuzunun olmaması ve yaşı yüzünden orduya dönmesi imkânsızdı; yeterli bilgisinin olmadığı için fabrikalarda da bir iş bulamadı. Devlet memurluğuna girmeye çalıştı; ama her yerde olduğu gibi burada da oldukça fazla olan rakipleri önünü tıkadı. Umutsuz kederlere düştü ve kendini öldürdü. Cebinde, içinde bulunduğu durumu anlatan, bir mektup bulundu. Karısı fakir bir terziydi; 16 ve 18 yaşlarında olan iki kızı anneleriyle çalışıyordu. Tarnau, intihar eden kişi, arkasında bıraktığı mektupta, ‘artık ailesine bir faydası olmadığı, karısı ve çocukları üzerinde yükten başka bir şey olmadığından, yapması gereken şeyin onları bu fazlalıktan kurtarmak için yaşamına son vermeyi düşündüğünü’ yazıyordu. Çocukları için Angouleme düşesini öneriyordu; iyiliğiyle prensesin birçok umutsuza derman olduğunu sanıyordu. Angles’nin emniyet müdürüne bir rapor yazdım ve gerekli formaliteler tamamlandığında düşes, bu talihsiz Tarnau ailesine 600 frank gönderdi.

Acıklı bir yardım aslında, böyle bir kayıptan sonra. Fakat tek bir aile nasıl bütün yoksullara yardım edebilir, her şey hesap edildiğinde bile, şu anki durumuyla Fransa’nın tümü onları besleyemez. Bütün ulusumuz dindar olsa bile, zenginlerin iyiliği yeterli değildir, ki bunun konumuzla da bir ilgisi yok. İntihar en içinden çıkılmaz sorunları çözer, geri kalanını da idam sehpası. Gelir kaynakları ve gerçek zenginliğin sadece tarım ve sanayideki genel sistemimizin yeniden düzenlemesinden elde edilebileceğine inanılır. Kâğıt üzerinde, anayasaları, her vatandaşın eğitim ve çalışma hakkını ve hepsinden öte asgari geçim parasını açıklamak kolaydır. Ama bu cömert talepleri yazıya dökmek yeterli değildir, asıl iş bu özgür düşüncelerin somut ve akıllıca işleyen kurumlarda başarılı sonuçlar vermesini sağlamaktır.

Bu coşku dolu dünya, putperestlik, muhteşem yaratılar ortaya çıkardı; modern özgürlük rakibinin arkasında mı kalacak? Gücün bu iki muhteşem öğesini kim birbiriyle kaynaştıracak?

Bitirirken, Peuchet’nun Paris’teki intiharlar üzerine olan tablolarından birini vereceğiz.

Peuchet’nun verdiği başka bir tablodan 1817’den 1824’e kadar Paris’te 2808 intihar vakasının yaşandığını öğrendik. Aslında, elbette, gerçek sayı bundan daha da fazlaydı. Özellikle, cesetleri morgda teşhir edilen boğulmuş insanlar göz önüne alındığında, bu vakaların intihar olup olmadığını anlamak, yalnızca çok azı için mümkündü.

İntihar Tablosu, Paris 1824

Yılın ilk yarısındaki sayı: 198

Yılın ikinci yarısındaki sayı: 173

Toplam: 371

İntihar teşebbüsü başarısız olanlar: 125

İntihar sonucu yaşamını yitirenler: 246

Erkekler: 239

Bayanlar: 132

Evli olmayanlar: 207

Evli olanlar: 164

İntihar Yöntemleri

Yüksek bir yerden atlayarak: 47

Kendini asarak: 38

Kesici aletlerle: 40

Ateşli silahlarla: 42

Zehir içerek: 28

Dumandan zehirlenerek: 61

Suda boğulma: 115

İntihara İten Nedenler

Tutkulu aşk, aile içi anlaşmazlıklar ve keder: 71

Hastalık, yaşamdan bıkmak, delilik: 128

Ahlak dışı davranış, kumar, şans oyunları, suçlanma ve cezalandırılma korkusu: 53

Sefalet, yoksulluk, mevki kaybı, iş kaybı: 59

Bilinmeyen: 60

Karl Marx, İntihar Üzerine, Derleyenler ve Çevirenler: Barış Çoban – Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi Yay., 1. Basım, Mayıs 2006, İstanbul.  Metnin Orjinali: Peuchet: On Suicide, K. Marx

20 Ağustos 2023 Pazar

Kapitalizm, Komünizm ve Devlet

Mahmut Boyuneğmez

Özet

Bu makalede devletin ilk oluşumu ve kapitalizm çağına kadarki gelişimini değerlendirme dışı bırakıp, kapitalist devlet ve geleceğin toplumunda devletin akıbetinin ne olacağı konularına odaklanacağız. Devletin, aile, iş bölümü ve mülkiyetin durumuna benzer şekilde, geleceğin dünya toplumunda yok olmayacağı/ortadan kalkmayacağı, bunun yerine bazı özelliklerini koruyup, başkalaşacağı ve dönüşeceği, tek kelimeyle aşılacağını savunacağız.

Kapitalist devletin başlıca özellikleri[1]

Kapitalist devlet, şu şekilde tanımlanabilir: “Devlet iktidarı, verili bir durumda sermaye birikimi için gerekli koşulları yarattığı, sürdürdüğü ve yenilediği oranda kapitalisttir.”[2]

Kapitalist devlet, kapitalist sınıfın tüm fraksiyonlarının (tekel-dışı küçük ve orta ölçekli sermayenin, tekelci büyük sermayenin, finans sermayesinin vd.) yakın ve uzun erimli çıkarlarını temsil eder. Kapitalist devlet, kapitalist sınıfın üyelerinden ayrı bir yapılanma/organizasyon oluştursa da, bu sınıfın bir iktidar örgütlenmesidir. Kapitalist devlet, kapitalist sınıf ile toplumun diğer sınıfları arasındaki iktidar ilişkilerinin bir boyutu ve yapısıdır. Kapitalist sınıfın iktidarı/egemenliği, devlet dolayımıyla, örneğin baskı organları, yargı sistemi ve eğitim sistemiyle, çeşitli kurumsal yapılarındaki siyasi yöneticiler/bürokratların ideolojik bağlanmaları üzerinden uyguladıkları politikalarla, devletin içerisinde ve dışındaki emekçi kitleler üzerinde oluşturulmaktadır.

Kapitalist devlet, kapitalist sınıf ile işçi sınıfının antagonizmini (karşıtlık), uzlaştıran bir arabulucu değildir. Bu devlet, kapitalist sınıf adına kitleler üzerinde baskı uygulamakta, toplumsal ilişkileri ideolojik olarak yönlendirmekte ve düzenlemektedir. Kitlelerin mücadelelerinin sonucu, uygulanan politikalarda onlara verilen tavizlerle birlikte iktidar ilişkilerinin yeni bir güçler dengesinde tekrar kurulmasıdır.

Kapitalist devlet, kapitalist sınıfın egemenliğini sağlayan açık bir sistemdir ve her zaman bir ulus devlet olarak var olur.

Kapitalist devlet, aslen siyasal iktidar organizasyonu/yapısıdır. Kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki iktidar ilişkileri, olağan kapitalist devlet biçimlerinde hukukla sınırlanır. Faşizm ve askeri diktatörlüklerde, olağan üstü kapitalist devlet, hukukun sınırlamasından kurtulur.

Kapitalist hukukun yaratıcısı olan devletin bünyesinde bulunan yasaların yapıcıları, muhafızları ve uygulayıcıları, emekçi halk karşısında iktidara sahiptir. Devletin hukuk organizasyonları, baskı uygulama ve ideolojik işlevleriyle hegemonya yapılarıdır. Kapitalist hukuk, iktidar ilişkilerinin bir boyutu olarak, emek-sermaye arasındaki ilişkileri yansıtır ve bu ilişkileri düzenler. Kapitalist toplumsal sistemde, baskı/şiddet hukukla örgütlenir ve uygulanır. Kapitalist hukuk, kapitalist devleti meşru olan tek şiddet/baskı uygulayıcısı olarak tekelleştirir.[3]

Kapitalist hukuk, soyut, genel, biçimsel kurallar olarak sınıf farklarını gizleyerek ve yasa önünde herkesin eşit olduğunu vaaz ederek ideolojik işlevlere sahiptir. Kapitalist toplumsal ilişkiler içerisindeki failler, yalıtılmış kişiler ya da gruplar olarak hukuksal ilişkilere girerek, aralarındaki sınıfsal/antagonist ilişkiler görünmez kılınır. Kapitalist devletin tüm eylemleri yasal çerçeveye sığmaz; kapitalist devlet örgütlenmesinin ve eylemlerinin, yasaların dışına uzanan veya yasalara karşı olan yanları da bulunur. Başka bir deyişle “hikmet-i hükümet” (raison d’etat) anlayışı, kapitalist devlete içkindir. Kapitalist devlet, işçi sınıfının/halk hareketlenmelerinin düzeni tehdit ettiği durumlarda, açık şiddete başvurur ve bu tarihsel kesitlerde sistemi koruma işlevine sahip durumdaki sermaye sınıfının siyasal iktidarı olduğu görünür hale gelir. Sınıflar arasındaki güç ilişkileri hukuka yansıdığından, emekçilerin mücadelelerinin sonucu kazanılan haklar, kapitalist sınıfın verdiği tavizler olarak yasalarda yer bulur. Hukuk, sadece baskı uygulamakla işlevli değildir; insanları, kapitalist sınıfın iktidarıyla uyumlu eylemlere ve söylemlere de zorlar ve yönlendirir.

Kapitalist devlet, sermaye sınıfının kolektif çıkarlarına yanıt verir. Kapitalist devlet, sermayenin toplumsal yeniden üretiminde temel bir unsurdur. Kapitalist devlet, mutlakıyetçi monarşi, liberal devlet, tekelci devlet, neoliberal devlet biçimlerinden hangisi olursa olsun, her zaman sermaye birikimi için merkezi ve temel bir role sahiptir. Kapitalizmin var oluşu için gerekli olan meta üretimini, mübadelesini ve sermaye birikimini kolaylaştıran hukuki ve finansal sistemleri, devlet kurmaktadır. Kapitalist devlet, piyasa güçlerinin işleyişini ve özel sektördeki üretim örgütlenmesini bu iki ana dolayım üzerinden etkiler. Kapitalist devlet, iş yasalarının çıkarılması, sendikal faaliyetlerin denetimi, eğitim, sağlık ve toplumsal refahın sağlanması gibi emek-gücünün yeniden üretimine dönük işlevlere de sahiptir. Özel sektörde üretimi karlı olmayan fakat sermaye birikimi için zorunlu olan kullanım-değerlerinin üretimi kamulaştırma ya da sübvansiyonlarla kapitalist devlet tarafından güvence altına alınır. Ayrıca üretimi “doğal tekel” konumunda olan kullanım-değerlerini de kapitalist devlet piyasaya arz eder. Kapitalist devlet, sermaye birikiminin sürekliliği için diğer kapitalist devletlerle işbirliği yapar. İçinde bulunduğumuz evrede kapitalist devlet, düşen kar oranları eğilimine karşı-eğilimlerden olan sermayenin yeniden yapılandırılması ve emek süreçlerinin yeniden örgütlenmesini sağlayacak politik müdahaleleri yaşama geçirmektedir. Günümüzde kapitalist devletin iktisadi işlevleri, sermaye birikiminin neo-liberal biçimi ve sınıf mücadelelerinin durumuna bağlı olarak değişim geçirmektedir.

Kapitalizmin doğuşu ve gelişiminde temel devlet biçimleri

Meta üretiminin Avrupa’da yaygınlaşması, 15. ve 16. yüzyıllarda mutlakıyetçi devletlerin egemenliği altında yaşanmıştır. Kapitalist devletin ilk oluşumu, meta ilişkilerinin yaygınlaşması ile koşuttur. “(…) mutlakıyetçi devlet düpedüz kapitalist özelliklere sahip bir devlet, gerçek bir kapitalizme geçiş devleti oluşturur.”[4] Kapitalist devletin ilksel biçimi olan merkantilist devletin özellikleri şunlardır:

“Merkantilist devlet; ticari ayrıcalıklar, düzenlemeler ve tekeller etrafında yapılanmıştır. Bu devlet, tarımın ticarileştirilmesini ve sonuçta emekçinin topraktan kopartılmasını kolaylaştırır. Temel özelliklerinden biri ‘artı-nüfus’un doğrudan yönetilmesi ve doğrudan ya da zorla çalıştırma sistemleri sayesinde (serserilik yasaları, ıslahevleri, insanların kolonilere sürülmesi vs.) bu artı-nüfusun bir emek-gücü olarak oluşturulmasıdır. Bu tür bir devletin bütün biçimleri, siyasaları ve ideolojisi, toplumun tümünün devleti olma iddiası taşıyan, fakat sürekli bir biçimde ticari ayrıcalıklar ve mülkiyet birikimi lehine faaliyet gösteren devlet erkinin o şaşırtıcı çelişkilerini ortaya döker. Merkantilist devlet, bu nedenle eşit değişimle değil, yetke ve güç (iktidar) sahiplerince desteklenen eşitliksiz mülkiyet ilişkileriyle karakterize olur.”[5]

Kapitalizmin feodal toplumsal ilişkiler içerisinde filizlendiği dönemde, sermayenin ilksel birikimi gerçekleşmiştir. Marx, ilksel birikim hakkında şu değerlendirmede bulunur:

“Amerika'da altın ve gümüş madenlerinin keşfi, yerli halkın kökü­nün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve yağmalanmasına başlan­ması, Afrika'nın, siyah derililerin ticari amaçlarla avlandığı alana çevril­mesi, kapitalist üretim döneminin şafağının işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturur. Bunu, sahnesi bütün yeryüzü olmak üzere, Avrupalı ulusların ticaret savaşları izler. Bunlar Hollanda'nın İspanya'dan ayrılmasıyla başlar, İngiltere'de Jakobenlere karşı savaşla muazzam boyutlara ulaşır ve Çin'e karşı girişilmiş Afyon Savaşı ile hala devam eder, vb. İlk birikimin farklı uğrakları, şimdi, az çok bir zaman sırası izleye­rek, özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere'ye dağılmış bulunuyor. Bunlar, 17. yüzyılın sonunda İngiltere'de sömürge sistemini, devlet borçları sistemini, modern vergi sistemini ve korumacılık siste­mini içine alan sistematik bir bütün oluşturur. Bu yöntemler, sömürge­cilik sisteminde olduğu gibi, kısmen en kaba zora dayanır. Ama hepsi, feodal üretim tarzının kapitalist üretim tarzına dönüşüm sürecini uygun bir ortam yaratarak hızlandırmak ve geçiş süresini kısaltmak için, devlet zorundan yararlanmıştı. Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplu­mun ebesidir. Zor, başlı başına bir iktisadi güçtür."[6]

Kapitalist ilksel birikim süreçleri, mutlakıyetçi monarşik devletlerin izledikleri politikalarla ve baskı uygulamalarıyla birlikte gerçekleşmiştir.

Burjuvazi, Avrupa’da feodal üretim biçiminin son kalıntılarını yok etmiş, kilisenin/dinin toplumsal etkisinin kırılmasını sağlamış, üretici güçlerde muazzam bir atılım gerçekleştirmiş, kapitalist özel mülkiyeti, ticareti ve sanayi girişimciliği hukuksal ve etik açıdan güvence altına almış, bilimselliğin ve akılcılığın yayılıp gelişmesini sağlamıştır. Marx ve Engels, Komünist Parti Manifestosu’nda işte bu burjuvaziyi ve yaptıklarını övmektedir. Burjuvazinin bir sınıf olarak ilericiliğini gösterdiği devrim, Büyük Fransız Devrimi’dir. 1789 Büyük Fransız Devrimi, burjuva devrimleri arasında en ileri uçlara kadar ilerleyen devrimdir. Bu devrimle birlikte, aydınlanma değerlerinin benimsenmesi, laik devlet anlayışının uygulanması, ulusun ve yurttaşlığın oluşumu gibi birçok alanda ileri adımlar atılmıştır. Fakat 1848 devrimleriyle birlikte, burjuvazinin siyasal açıdan gericileştiği, monarşist görüşleri yeniden canlandırdığı, kitleleri devrim sürecine katmaya eskisi kadar hevesli olmadığı, aksine işçi sınıfının, küçük burjuvazinin ve köylülerin hareketlenmelerinden korkuya kapıldığı ve bu hareketlenmelerin önünü almaya çalıştığı, bu olmadığında bunları bastırdığı bilinmektedir. Avrupa’da kapitalist üretim ilişkilerindeki gelişim, mutlak monarşilerin varlığında başlamış ve 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıldaki siyasal devrimlerle eski rejimin devlet tipi ve üst yapısal boyutu değişmiştir.

Geç kapitalistleşen Prusya’da da yine devletin kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişiminin yolunu açtığı gözlenir:

“Prusya devleti uzun süre feodal yapıların egemen olduğu bir devlet olarak kaldı. Bismark zamanında siyasal iktidarı burjuvaziye bu devletin kendisi devretti: “Yukarıdan devrim”. Alman burjuvazisi, aristokrasiyi tasfiye kararını veremedi. Onun siyasal egemenliği feodal biçim ve özelliklerini koruyan devlet tarafından kuruldu. Bu kuruluş biçiminin iki önemli sonucu oldu: Feodal yapı ve biçimler uzun süre yaşamaya devam etti ve devlet kapitalistleşme, sanayileşme süreçlerinde önemli, hatta başat bir rol oynadı.”[7]

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde yeni filizlenmiş kapitalist üretim ilişkileri, yaşanan burjuva devrim süreciyle birlikte kapitalist devletin oluşumu sonrası hızla gelişmeye başlamıştır. Türkiye burjuva devrimi, “toplumsal devrim” ve “siyasal devrim” gelişmeleri iç içe geçmiş biçimde, tek bir tarihsel kesit olarak incelenmelidir. 1908 ve 1919-23 siyasal devrimleri, 1839-1940 arasındaki toplumsal devrim süreçlerinin sürekliliği içerisinde sıçramalar olarak yorumlanabilir.[8] Türkiye burjuva devrimi, uzun bir zamana yayılmış olarak, tedricen uygulanan reformlar yoluyla ilerleyen ve kurtuluş savaşını (kurtuluş savaşında halkın katılımını) da içine alan bir tarihsel kesitte yaşanmıştır.

Özetle, feodalizmden kapitalizme geçişte en uygun devlet biçimi merkantilist politikalar uygulayan mutlakıyetçi monarşiler olmuş, bu devlet biçimi liberal kapitalizm evresinde burjuva parlamenter demokrasiye dönüşmüştür. Böylelikle yönetici sınıfın farklı fraksiyonlarının siyasal temsili için uygun olan ve sermaye sınıfının tümünü devlet bürokrasisi tarafından denetlenen yasalara tabi kılan bir devlet biçimi oluşmuştur. Gelişiminin ilk dönemlerinde parlamentolar, kapitalist sınıf fraksiyonlarının ortak ihtiyaçlarını belirlemek, onları uzlaştırmak ve ortak stratejiler oluşturmak için oluşturulan bir forum ortamı olup, burjuva partilerin seçimlerde onay almak için emekçi sınıfların taleplerini de kısmen gözetmelerini getirmiştir. Tekelci kapitalizm evresindeyse, kapitalist devlet tekil sermayeler ile doğrudan ilişki kurmak ve kar oranlarının düşme eğilimine karşı-eğilimleri harekete geçirebilmek için iktisadi süreçlere müdahale araçlarının kapsamını ve gücünü artırarak, biçimini değiştirmiştir. Böylece parlamentolar güçsüzleşmiş, bürokrasiler güçlenmiş, tekil sermayelerin ve sosyal-demokrat sendikaların kapitalist devlet mekanizmalarına katılımı sağlanmıştır.[9] 1970’lerde başlayıp günümüze kadar uzanan kriz, devlet biçiminin yenilenmesi için tarihsel bir zemin sunmuştur. Bu tarihsel kesitte oluşan neoliberal kapitalist devlete ileride değineceğiz.

Ulus-devlet

Önce ulus olgusunun ne olduğuna bakabiliriz:

“Geçmişte bir arada yaşamış, şimdi bir arada yaşama inancında, istek ve kararında olan; aynı vatan ve o vatanın maddi ve manevî değerlerine sahip çıkan; aralarında din, dil, kültür, tarih ve duygu birliği olan insanların oluşturduğu toplum.”[10]

Ulusun bu tanımında sorunlu yanlar bulunmaktadır. Sömürücü sınıflar dışındaki üretici emekçilerden oluşan halklar, tarih boyunca iç içe geçmiş ve kaynaşmıştır. Ulusları tanımlamakta ve birbirinden ayırt etmede kullanılan dil, din, etnisite, tarih ve gelenek gibi parametreler ise, ulusları betimlemede yetersizdir. Örneğin, Amerikalılar, Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar ilk dil olarak İngilizceyi konuşmakla beraber, kendilerini “İngiliz milleti”nin üyeleri olarak görmezler. İsviçre toplumunda Fransızca, Almanca ve İtalyanca konuşulmaktadır. Kuzey İrlanda’da aynı dili konuşan insanlar dini saflar (Protestan ve Katolik) halinde ayrışır.[11] Türkiye’de birçok halk/etnisite var olmasına karşın, hepsinin bir ve aynı “milleti” oluşturduğu öne sürülür vb…

Burada önemli olan “milli kimliğin”, dinsel inanç ve “ırk”[12] birliği, abartma ve uydurmanın işlevsel olduğu ortak bir tarih anlayışı gibi unsurlarla zihinlerde oluşturulduğunun görülmesidir. Geçmiş zaferlerin, kurtuluş günlerinin, “milli” liderlerin askeri başarılarının hatırlatıldığı belirli özel günlerin saptanması ve bu günlerde törenlerin düzenlenmesi, okullardaki eğitim süreci, vatanseverlik duygusuyla yüklü edebi eserlerin okunmasının teşviki de yine “milli kimliğin” oluşumuna katılır.

Öyleyse uluslar bir tarihsel-toplumsal gerçeklik değil de “hayali cemaatler”[13] midir?.. Ulusların oluşumunda ve varlıklarını yeniden üretmelerinde, ulus bilincinin önemi yadsınamaz. Yani bir ülkedeki insanlar topluluğunun bir ulusu oluşturması için, her gün yeniden üretilmesi gereken bir “milli kimlik” ve “milli bilinç” gereklidir. Fakat bu durum, bu insanlar topluluğunun toplumsal gerçeklik olarak var olmadıkları anlamına gelmez.

Bize göre uluslar, ulus-devletlerden ayrı olarak incelenemez. Ulus, özünde bir ülke ölçeğinde siyasal iktidara bağlı insan topluluğudur. Ülkeler ölçeğinde insanların siyasal iktidara bağlılıkları ve bağlanmaları, egemen ideoloji[14] kapsamındaki “milli” olarak adlandırılan kültürel değerlere, fikirlere ve duygulara sahip olmaları üzerinden sağlanır. “Ulusal” ya da “milli” değerlerin, duygulanımların, davranış kalıplarının ve fikirlerin işlevi, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının yeniden üretimine katılmak, bu iktidarın sürdürülmesini sağlamaktır.

Uluslar, belirli bilinç biçimleri ile kimliklere sahip insan topluluklarıdır. Oluşumları ve her gün yeniden üretilmeleri için belirli ideolojik düşünce, duygu ve davranış kalıplarına gereksinim vardır. Bir ülkedeki siyasal iktidara bağlanmayı sağlayan başlıca ideolojik kümelenme, ulus bilincidir. Ulus günümüzde, kapitalist devletin siyasal egemenliği altında yaşayan insan topluluğudur. Gelecekte ise, sosyalist devlete bağlanan üreticilerden oluşacak toplumu anlatır.

“Ulusun asli kurucu öğeleri, coğrafya (ülke), ekonomi (pazar) ve siyasal örgütlenmedir (devlet).”[15] Siyasal birlikler (ulus-devletler), değişim için üretimin gelişmesinin sonucunda (pazarın oluşumu) coğrafi sınırlara dayanarak kurulmuştur. Burada belirleyici unsur, devlettir. Kapitalist devlet, ulusu oluşturmuştur ve sürekliliğinde de en önemli faktördür, belirleyici işleve sahiptir. “Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir.”[16]

Kapitalist devlet, ülkelerde iç pazarın oluşumu süreçlerinde etkindir: “(…) kapitalist devlet bir ulus devlet olma özelliği sunar (…) Bu devlet (…) etkin bir biçimde ulusal birliğin kurulmasına çalışmaktadır (…) Devlet (…) malların ve sermayenin dolaşım uzamını bağdaşıklaştırmak suretiyle bizzat iş başındadır; bu da ulusal birliğin kurulmasındaki ediminin esasını oluşturur.”[17]

Kapitalist devletin ulusu inşası, aynı zamanda kendisinin oluşumu anlamına gelmektedir. Kapitalist devlet, burjuvazi ile emekçi halk arasındaki ulusal ölçekte cereyan eden sınıf mücadeleleriyle şekillenir. Kapitalist devlet, ulusu inşa ederken, bir ulusal dili de yeniden yaratmaktadır.[18]

Özcesi, ulus-devletler, oluşumu yeni tamamlanmış kapitalist devletlerdir. Bugüne gelene kadar birçok değişimden geçen ulus-devletlerin, ulus şeklinde kodlanan toplumlar içinde kapitalist devlet iktidarları olarak varlıkları sürmektedir.

Kapitalist devlet ve ekonomi

İlksel sermaye birikiminde devletin temel rolünden, geç kapitalistleşen ve kapitalist sınıfı cılız olan ülkelerde devletin, kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişimindeki belirleyici işlevinden bahsetmiştik. Peki kapitalist devletin güncel iktisadi işlevleri nelerdir?.. Şimdi buna bakabiliriz.

Kapitalist devlet, işçilerin sömürülmesini garanti altına alıp, sürekliliğini sağlayan iktidar örgütlenmesidir. Bunu toplum ve çalışma düzenini bozacak aykırı davranış ve eylemler karşısında baskı uygulama potansiyeliyle, hukuksal kurallar oluşturup iş hayatını ve toplumsal ilişkileri düzenleyerek, eğitim sistemi ve kültür endüstrisi yoluyla işçi sınıfının bilinçlilik durumu üzerinde hegemonya oluşturulmasında rol alıp, bu yapıları yönlendirerek sağlar. Yine işçilerin sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev haklarını kullanması, sömürüyü sınırlasa da devlet-patronlar-işçi sendikaları arasında kurulan korporatif sendikal ilişkilerle sömürü ilişkileri güvence altına alınır. Sömürü, bir defalık bir olay değil, bir olgu/süreçtir. Sürekli var olması ve sürdürülmesi gerekir. Toplumsal maddi yaşamın üretimi, salt iktisadi pratiklerle değil, toplumsal ilişkilerin farklı boyutlarındaki çeşitli pratiklerle hep birlikte sağlanır ve bir sürekliliğe kavuşur. Kapitalist devlet, kapitalist toplumsal ilişkilerin iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel ve hukuksal boyutlarıyla birlikte bir var oluşa sahiptir. Kapitalist devlet, bu boyutların birbirlerinden ayrı ve yalıtık değil de iç içe ve etkileşim içerisinde olduğu bir toplumsal ilişkiler sisteminin öğesidir.

“Kapitalist toplumlardaki devletin ekonomik sömürüye tarafsız anayasal devlet görünümü nedeniyle doğrudan müdahalesine ihtiyaç yoktur, ancak sermaye hâkimiyetinin ve piyasa güçlerinin kendilerini güvende hissedebilmeleri için gereken koşulları tesis eden devlet, sömürü sürecine dolaylı olarak bulaşacaktır.”[19]

Kapitalist devlet aslen bir siyasal iktidar organizasyonu olmakla birlikte, iktisadi süreçler içerisinde tarihsel akışta değişen oranlarda olmak üzere bizzat bulunur. Örneğin Avrupa’da 20. yüzyılın ortalarından 1970’lerin sonuna kadar süren bir tarihsel dönemde gözlenen kapitalist gelişmenin Fordizm aşamasında, emek güçlerinin yeniden üretilmesine ilişkin olarak, sosyal güvenlik, sağlık ve eğitim gibi alanlarda devlet, organizasyonlarıyla doğrudan yer almıştır. Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan 1980’lere kadar olan tarihsel kesitte devletin kamu iktisadi teşekkülleri oluşturarak, iktisadi faaliyetler yürütmesi söz konusudur. 1970’lerde başlayan krizle birlikte, sosyal devlet formundan neoliberal kapitalist devlete dönüşüm dönemi yaşanmış, kapitalist devletin iktisadi süreçlere müdahalesinde değişiklikler olmuş, özelleştirmelerle sermaye birikimine yeni alanlar açılırken, devlet bu alanlardan çekilmiştir.

Kapitalist devletin ekonomik bir işlevi olan emek gücünün yeniden üretimi süreçlerini organize etmesi geçmişte, kamusal eğitim ve sağlık sistemi, sosyal güvenlik, sosyal yardımlar, kreş desteği, işsizlik sigortası, iş bulma büroları, kamusal ulaşım, konut yapımı, tatil ve spor alanının düzenlenmesi gibi başlıklarda somutlaşmıştır. Kapitalist devletin bu yükümlülükleri, sermaye birikimi için gerekli koşulları sağlamıştır. Kapitalist devlet, işçi sınıfının bu başlıklarda yürüttüğü mücadelelerdeki taleplerini sermayenin birikim stratejisiyle uyumlu olarak üstenmiş, sınıfın kazanımlarını sınırlamış ve toplumsal patlamaların önünü almıştır. Kapitalist devletin emek gücünün yeniden üretiminde üstlendiği roller ve oluşturduğu maddi düzenekler, emekçiler üzerinde siyasal-ideolojik denetim sağlamış ve hegemonya oluşturmuştur. Toplumsal sermayenin bütününün yeniden üretimi, eş deyişle sermaye birikim süreçlerinin sürdürülebilirliği açısından bilimsel araştırmalar, enerji sektörü, iletişim sistemi vd. kapitalist devletin tekelinde bulunmuştur.[20] 1970’lerden beri yaşanan kapitalist sistemdeki kriz tarihsel kesitinde, kar oranlarındaki düşme eğilimine karşı-eğilimlerin hayata geçirilmesi ve göreli artık-değerin artırılması amacıyla emek süreçlerinin düzenlenmesi neoliberal kapitalist devletin ekonomiye müdahalesinin bir biçimi olmuştur. Emek gücünün yeniden üretiminde yer alan birçok öğe, piyasalaştırılmış, kapitalist devletin tekelinde olan enerji, telekomünikasyon gibi sektörlerde özelleştirmeler yaşanmıştır.

Kapitalist devlet, sermaye birikim süreçleri için gerekli olan hukuksal ve parasal düzenlemeleri yapmaktadır. Üretim ve sermaye birikim süreçlerinin oluşturucu (ihaleler, özelleştirmeler) öğesi olabildiği gibi, bu süreçlerle her zaman içsel olarak ilişkilidir. Ayrıca kapitalist devlet, altyapı yatırımlarıyla sermaye birikimi için gerekli bir koşulu oluşturarak, vergilendirme politikaları uygulayarak, ihalelerle şirketlerin kar edeceği projeler yaratarak, özelleştirmelerle sermayeye kaynak aktarımları yaparak, Merkez Bankası ve üst kurullar aracılığıyla para ve maliye politikaları oluşturarak, bütçe üzerinden temel harcama ve yatırım kalemlerini belirleyerek, borçlar hukuku ve ticari hukuk ile dolaşım alanını organize ederek, ülke kapitalist sınıfının ülkeler arası sermaye ihracı yapmasını ve pazarlar bulmasını destekleyerek, emperyalist örgütler aracılığıyla bağımlı ülkelerin iktisat politikalarını yönlendirerek iktisadi süreçleri düzenleyip, bunlara müdahale etmektedir.

Devlet iktidarı, devlet aygıtı, hükümet

İktidar sınıfsaldır. İktidar sınıflar arası güç ilişkileridir.[21] Kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki toplumsal ilişkilerin iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal ve devletsel boyutları bulunmaktadır. Bu iki temel sınıf arasında gerçekleşen toplumsal ilişkiler ve pratikler, hegemonya yapıları tarafından koşullanır. Hegemonya yapıları, bazı durumlarda ağırlıkla baskı ve zor kullanımıyla, başka bazı durumlarda ağırlıkla ideolojik onay ve rıza yoluyla, bazen de bunların bileşimiyle çalışır. Hegemonya, baskı uygulama, mecbur bırakma ve zorlama, korku, yıldırma, ideolojik onay, rıza ve bağlanma, oyalama ve meşgale oluşturma gibi yollar üzerinden gerçekleşir. İşçi sınıfı ve toplumun diğer kesimleri üzerinde oluşan kapitalist sınıfın hegemonyası, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını sağlar. Kapitalist devlet, kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki iktidar ilişkilerinin[22] aslen siyasal yapısı olsa da, toplumsal ilişkilerin devlet boyutunun da barındırdığı iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal yanlar vardır. Dolayısıyla devlet iktidarı, salt siyasi iktidar değildir.

Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarını sağlayan iktisadi, siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal ve devletsel pratikler nelerdir?.. İşyerlerinde işçiler ile patron(lar) arasındaki ilişkiler, iktidar ilişkileridir. Üretim araçlarının sahibi olan patronların işçiler üzerinde iktidarı olmadan ve bu iktidar her gün yeniden üretilmeden, sömürü ilişkileri sürdürülemez. Sömürü ilişkileri olan üretim ilişkileri, bir yönüyle aynı zamanda iktidar ilişkileridir. Dinsel ideolojiler, milliyetçilik, hayırseverlik, mistik ve metafizik mikro-ideolojiler vb., günlük pratiklerde üretilirken kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı için hegemonya oluşturur. Kültür endüstrisi kapsamındaki ürünlere yönelmiş aktiviteler, endüstrileşmiş sportif etkinlikler, toplumsal iktidarı yeniden üretir. Hukuksal kurallar ve hukuk yapısı, baskı uygulama ve ideolojik işlevler üzerinden kapitalist sınıfın iktidarına hegemonya sağlar.

Devlet aygıtı, klasik yaklaşımla devlet kurumları, bürokrasi, bakanlıklar, yasama organı, yargı kurumları ve baskı organlarını içerir. Üstelik Althusser’le birlikte bunlara “Devletin İdeolojik Aygıtları” (DİA)’lar da eklenmiştir. Bize göre devlet, kapitalist sınıfın işçi sınıfıyla ilişkilerinde bir organizasyon olduğundan, üst-yapılardan biridir. Kapitalist devlet, her ülkede özgül yönleri de olan fakat genel hatlarıyla kapitalist demokrasi olarak adlandırılan biçimiyle belirli bir düzenlenişe ve işleyişe sahip bir yapıdır.

Hükümet, devlet iktidarını işleten yürütme gücü olarak siyasal iktidarın bileşenidir. Yürütme gücü kapitalist sınıfın güncel, yakın ve uzak erimli çıkarları doğrultusunda iktisadi ve diğer toplumsal pratiklere yön veren, toplumsal ilişkilerin farklı boyutlarına müdahalelerde bulunan bir komitedir. Parlamentolarda artık eskiden olduğu gibi kapitalist sınıfın farklı fraksiyonlarının temsilcilerinin bulunması yerine, düzen partilerine mensup, tümü kapitalist sınıfa ideolojik angajman gösteren vekiller bulunmaktadır. Düzen partileri ideolojik/politik vizyonları itibariyle nüanslara sahipse de, bu ideolojik perspektifler burjuva dünya görüşünün/liberalizmin çatısı altında toplanır.

‘DİA’lar ve ‘devlet aygıtı’

Althusser, “Devletin İdeolojik Aygıtları” (DİA)’ları tarif ederek, “Devletin Baskı Aygıtları” (DBA)’lardan ayırt edilmeleri gerektiğini belirtir.[23] Althusser’e göre, devlet, aile DİA’sıyla ailelerde, öğrenimsel DİA’yla özel ya da devlet okulları olsun her okulda, haberleşme DİA’sıyla basın-radyo-televizyon kanallarında ve hatta internette, kültürel DİA’yla edebiyat, güzel sanatlar ve sporda, hukuk DİA’sıyla bu alanda, diğer DİA’larla da toplumsal yaşamın diğer alanlarında, “hazır ve nazır”dır. Kısacası, ona göre, devlet neredeyse her yerdedir ya da neredeyse her şey (aile, edebiyat vd.) devlettir.

Althusser’in çizgisinde yer alan Poulantzas’ta ise bu ayrım şu şekilde ifade edilmektedir:

“Egemen ideoloji toplumun bağrında bir dizi aygıtların ve kurumların içinde maddileşir, bu aygıt ve kurumlar arasında, kiliseler (dini aygıt), siyasal partiler (siyasal aygıt), sendikalar (sendikal aygıt), okullar ve üniversiteler (öğretim aygıtı), ‘haber alma araçları’ (gazeteler, radyo, sinema, tv, kısacası enformasyon aygıtı), ‘kültürel’ olan (yayın), belli bir görünüm altında aile vb. sayılabilir. Bunlar devletin ideolojik aygıtlarıdırlar.

“Bu aygıtlar, göreli olarak devletin ‘baskı’ aygıtından ayrıdırlar, ana görünümü örgütlü fizik baskı olan ve rolünü bu görünüm altında, devletin yasal tekeli altında yerine getiren aygıt dar anlamda devlet aygıtıdır.”[24]

Poulantzas’ın başka bir yazısından alıntılayıp tekrarlayalım:

“Devlet sistemi, içlerinde bazılarının temelde, en katı anlamıyla baskı rolünü yüklendiği ve ötekilerin ideolojik rolü üstlendiği çeşitli aygıtlar ya da kurumlardan oluşmaktadır. Birinciler, devletin baskı öğesi aygıtını, yani klasik Marksist anlamda devleti (hükümet, ordu, polis, mahkemeler ve idare) oluştururlar. İkinciler ise, kilise, siyasal partiler, dernekler (tabii ki devrimci parti ve sendikalar bunların dışında), okullar, kitle haberleşme araçları (gazeteler, radyo, televizyon) ve bir bakıma da aile gibi, devletin ideolojik aygıtlarını meydana getirirler.

“(…) devletin ideolojik aygıtları başlıca işlevleri –telkin ve iletim- sayesinde daha fazla ve daha önemli bir özerkliğe sahiptirler: Bunların birbirleriyle ve devlet baskı aygıtıyla ilişkileri, devlet baskı aygıtının kollarının karşılıklı bağlarıyla karşılaştırıldığında daha fazla bağımsızlığa sahip oldukları görülmektedir.”[25]

Türkiye sosyalist solu içerisinde ve Marksist aydınlar arasında, “yapısalcı Marksizm” adıyla anılan bu okulun, etkisi kuvvetlidir. Sol liberal aydınların bu konuda iflah olacağı yoktur. Fakat örnek olsun Haluk Yurtsever gibi tecrübeli sosyalist politik figürler dahi, DİA’lar-devlet aygıtı ayrımını benimsemektedir. Yurtsever DİA’ları “devlet sisteminin dışında saymak düşülebilecek bir başka yanlış olur” demektedir.[26]

Ralph Miliband’ın bu kavrayışa dönük eleştirisi ise uyarıcı niteliktedir:

“(…) Adı geçen kurumların bir iktidar sisteminin parçası olduklarını ve (…) giderek devlete bağlandıklarını ve onun tarafından desteklendiklerini göstermenin gerekliliği (…) Ama ilgili kurumların aslında devlet sisteminin parçası olduklarını söylemek gerçekle bağdaşmıyor (…)”[27]

Bize göre, kapitalist toplumda sermaye sınıfının iktidarı toplumsal ölçekte oluşur ve yeniden üretilir. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı, tek başına devlet organizasyonuyla sağlanmaz.[28] Bunun yanı sıra toplumsal egemenliğin/iktidarın, iktisadi, ideolojik (eğitsel, iletişimsel), kültürel (edebi, sanatsal, sportif), sivil topluma ait örgütsel (sendikalar, dernekler, vakıflar vd.) boyutları da bulunmaktadır. İşçiler ile patronlar arasında işletmeler ölçeğinde kurulan ilişkide, salt iktisadi ve hukuksal bir ilişki değil, aynı zamanda egemenlik-tabiiyet ilişkisi de vardır.[29] Eğitim sistemi ve medya, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarı için gerekli hegemonyanın oluşumuna katılan pratikleri ve insanlar arası ilişkileri barındırır. Sendikalar, devlet ve patronlarla işçi sınıfının çıkarlarını uzlaştıran korporatist örgütlenmeler olarak, emekçilerin kapitalist sisteme bağlanmalarını sağlar vd… İşte biz, bütün bu boyutlarda sermaye sınıfının toplumsal egemenliğinin oluşmasına katılan ve bu egemenliği her gün yeniden üreten organizasyonlara, toplumsal iktidarın hegemonya yapıları diyoruz. Sermaye sınıfının toplumsal iktidarı, oluşan hegemonyayla sağlanır ve yeniden üretilir. Toplumsal çeşitli süreçler, organizasyonlar ve üretimler aracılığıyla sermaye sınıfının toplumsal egemenliğine süreklilik kazandırılır.

Öte yandan devlet, belirli bir düzenlenişe ve işleyişe sahip toplumsal bir yapıdır. “Araç”, “aygıt” türü nitelemeler yerine organizasyon, örgütlenme, yapı gibi kavramlaştırmaları kullanmanın sağlıklı olduğu inancındayız.

Kapitalist devlet “göreli özerk” mi?

Poulantzas, “göreli özerklik” konusunda şunları yazmıştır:

“Ekonomik düzey ve siyasal düzey ayrımı, kapitalizmin değişik aşamalarına ve evrelerine bağlı olarak (bu ayrımın kendisi de dönüşüme açıktır), kapitalist devletin göreli özerkliğini incelememiz için genel çerçeveyi sağlar (…) Devletin ‘göreli özerkliği’ ifadesindeki ‘göreli’ teriminin (neye ve kime bağlı olarak göreli?) burada devlet ve hâkim sınıflar arasındaki ilişkiyi göstermekte oluşudur (yani, hâkim sınıflarla ilişkisinde görece özerk).”[30]

Poulantzas “kapitalist devlet tipinin ayırt edici özellikleri” olarak “iktisat ve politikanın birbirinden görece ayrılması” ile “egemen sınıf ve fraksiyonlar karşısında devletin görece özerkliği”ni öne sürmektedir.[31]

Kapitalizm çağında siyasi olanın ekonomik olandan ayrılmışlığı görüşü, aldatıcı ve yanıltıcıdır. Çünkü kapitalist toplum, etkileşimli bir toplumsal ilişkiler ve yapılar sistemidir. Bu yanlış görüşün oluşumunda üretimin, teknik bir süreç olarak kavranmasının rolü büyüktür. Bu şekilde kavrandığında kapitalist üretim ilişkileri kendi kendini sürekli yeniden üretir/süreklileşir ve sonuç sömürü ilişkilerinin ebedileştirilmesidir. Kapitalist üretim ilişkileri olan sömürü ilişkileri, salt iktisadi ilişkiler değildir ve süreklilik içerisinde var olmaları, toplumun kapsadığı tüm ilişkilerin etkileşimli bütünlüğüne/sistemine bağlıdır.[32] Kapitalist devlet, sermaye birikim süreçlerinin dışındaki bir yapılanma olmasına karşın, bu süreçlerin oluşturucu bir bileşenidir. Sermaye birikim süreçleri, salt iktisadi olgular olmayıp, sermaye birikim sürecinin biçimini, sınıf mücadeleleri şekillendirir.[33] Özetle, “(…) kapitalist devlet, kapitalist üretim ilişkilerinden ayrı ve onların üzerinde olan bir şey değildir, fakat bu ilişkilerin doğrudan bir parçasıdır.”[34] Bu saptamayı Poulantzas da yapmıştır: “(…) siyaset-devlet (ama ideoloji için de aynı şey geçerlidir) farklı biçimlerde olmakla birlikte, üretim ilişkileri içinde ve böylece de onların yeniden üretiminde her zaman kurucu olarak mevcut olmuştur.”[35]

Jessop’un kapitalist devletin, sermaye birikim sürecinden kurumsal olarak ayrışmış olduğunu belirtmesi de yerindedir:

“Kapitalist devlet biçiminin en önemli genel özelliği onun tikelleştirilmiş (sermaye çevriminden kurumsal olarak ayrışmış) olmasıdır.”[36]

Bunun anlamı, kapitalist devletin kapitalist sınıftan ve sermaye birikim süreçlerinden ayrışmış bir yapılanma olduğudur. Yoksa “(…) devletin asli özelliği onun özerkliği değil, fakat onun sınıfsal karakteridir.”[37]

Bu noktada Marx’ın Kapital’deki analiz ve sentezlerinde, devletin, kapitalist üretim için gerekli olmadığı, Kapital’de geliştirilen kavramların hiçbirinin devleti ön varsaymadığı şeklindeki düşüncenin[38] yanlış olduğunu belirtmeliyiz. Bize göre üretim, toplumsal ilişkileri ve devleti önden varsayar, üstelik toplumsal ilişkilerin yeniden üretimine de yol açar. Marx’ın konuyu katmanlı bir tarzda incelemesi nedeniyle kapitalist devleti incelemeye daha sonra dâhil etme planını gerçekleştirmeye ömrünün yetmeyişi, onun eserinde kapitalist üretimin izole iktisadi bir süreç olarak yanlış kavranışını beslemektedir. Devletin, sınıf mücadelesinin gelişmesinden kaynaklandığı belirtilerek, onun tarihsel bir gereklilik olarak görülmesi doğru olmakla birlikte, siyasal olanı iktisadi olandan ayırma yanılgısına düşülmemelidir.[39] Çünkü kapitalist üretim ilişkileri, sınıflar arası ilişkilerdir. Kapitalist devlet, kapitalist toplumsal ilişkilerin ve üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi için gereklidir.

Tarihin hiçbir döneminde devlet, toplumun üstünde, ondan ayrı bir güç olmamıştır. Devlet, toplumsal ilişkilerin bir boyutudur.[40] Bize göre devlet, sınıflar üstü bir hakem ya da güç değildir, çünkü toplumsal ilişkilerin üstünde değildir.

Kapitalist devlet, kapitalist sınıfın bir egemenlik örgütlenmesidir. Kapitalist sınıf, kapitalist devlete doğrudan egemen değildir, ona istisnai bireysel durumlar haricinde nüfuz etmez. Kapitalist devlet, kapitalist sınıfın toplumda egemen olmasını sağlayan iktidar ilişkilerinin bir yapılanmasıdır.

Devlet yapısı içerisinde yer alan siyasilerin ve bürokrasinin, kapitalist sınıftan ayrışmış durumda oluşunu, “göreli özerklik” olarak nitelemenin getirdiği teorik bir yarar yoktur. Bu kategoriler, ideolojileriyle kapitalist dünya görüşünün kapsamında bulunan perspektiflere sahip olup, kapitalist sınıfın çıkarlarıyla uyumlu şekilde çalışır.

Şimdi, “olağanüstü” devlet olarak adlandırılabilecek bazı devlet tiplerine bakabiliriz.

Bonapartizm

1848-1852 yılları arasında Fransa Cumhurbaşkanlığı yapan III. Napoleon (Napoleon Bonapart’ın kardeşinin oğludur), bir darbeyle cumhuriyeti yıkarak imparatorluğunu ilan etmiştir. Bonaparte’ın darbeyle iktidarı ele geçirmesine burjuvazi pasif onay vermiştir. Bonapartizm, burjuvazinin siyasal egemenliğinin olgunlaşmadığı dönemde gözlenen bir diktatörlüktür. Proletaryanın iktidarı alamaması, burjuvazinin ise elinde tutamaması sonucunda gelişmiştir. Bonaparist devlet, çatışma halindeki iki temel sınıf arasındaki bir denge durumunun ürünüdür. 

“Bu yönetim, üretim tarzlarının sonucu olarak birbirlerinden yalıtılmış bulunan, çıkarlarını savunacak tutarlı ve bilinçli bir sınıf oluşturma yetisinden yoksun oldukları için ‘temsil edilme ihtiyacı’ (Marx) duyan ve Fransız taşrasında Napolyon'un anılarının canlılığından dolayı tarihsel geleneğin değerli kıldığı kişiyi benimseyen küçük toprak sahibi muhafazakâr köylülerin büyük bir bölümü tarafından da destekleniyordu. Bir diğer destek ‘kesesini kurtarmak için tacını kaybetmesi gereken’ (Marx) ve iktidarı maddi çıkarlarını koruyacağına inandığı 2 Aralık serüvencisine emanet eden burjuvaziden geliyordu.”[41]

Bonapartizmde, devlet örgütlenmesi ve yürütme gücü, kapitalist sınıftan bağımsız/özerk bir görünüme sahiptir. Bonapartist devlet örgütlenmesi, zaman içerisinde güçlenip sağlamlaşan bir yapılanmadır. Bonapartist diktatörlük, kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişimini sağlamıştır.

Faşist devlet ve askeri diktatörlük

Faşizm ve askeri diktatörlük biçimindeki olağanüstü kapitalist devlet biçimleri, kapitalist toplumsal ilişkiler sisteminin hegemonya krizlerinde gündeme gelmiştir.

Almanya’da 1921-33 yılları, İtalya’da 1919-27 yılları arasında bunalımlar yaşanmıştır. Bu iki ülkedeki klasik faşist devletler, kriz koşullarının ürünüdür. İtalya ve Almanya’da yaşanan krizlerden çıkış, emek üretkenliğini artırmaktan, hammadde kaynaklarına ve yeni pazarlara ulaşmaktan geçmektedir. Geç kapitalistleşen bu iki ülkenin yeterli sömürgeleri olmadığından, yeni bir paylaşım savaşını koşullamışlardır.[42]

Almanya ve İtalya’da faşist diktatörlükler, ekonomik kriz ortamında filizlenen ve zaman içerisinde kitleselleşen protest/faşist hareketlere, sermaye sınıfının krizden bir çıkış yolu olarak verdiği destekle kurulmuştur. Kapitalist sınıfların emperyalist politikalarıyla, faşistlerin işgalci/yayılmacı perspektifi ve silahlanma politikası da örtüşmektedir.[43]

Faşizm, emek-sermaye karşıtlığının artık çelişki formunu aldığı ve baş çelişki (ön plandaki ve diğer çelişkilerin çözümünün bağlandığı çelişki) olduğu bir tarihsel kesitin sonucudur.[44] “(…) devrimin zincirin en zayıf halkasında (Rusya’da) gerçekleştiği halde, bundan sonra gelen ve çağın Avrupa’sına göre en zayıf olan öteki iki halkada da faşizmin kurulduğu söylenebilir.”[45] Almanya ve İtalya’da kriz döneminde, işçi sınıfı hareketi güçlenmiştir. Faşist hareket, sermaye sınıfı için bir tehdit oluşturan örgütlü işçi sınıfı hareketlerini ve komünistleri tasfiye etme işlevini yerine getirmiştir.[46]

Bunlara bir de faşizmin, Sovyetler Birliği’nin yok edilmesine dönük militarist yayılmacılığının, emperyalist-kapitalist sistemin çıkarına geldiği eklenmelidir.

Faşizm, yürütmenin faşist partinin “lideri” odağında merkezileştirildiği ve güçlendirildiği, açık bir diktatörlüktür. Faşizm, bir totaliterizmdir.

“Totalitarizm elbette en başta siyasal çoğulculuğun ve her türlü muhalefetin kaldırılması, parlamenter hükümet biçimine ve güçler ayrılığına son verilmesi, tek lider ve tek parti (“Führer ilkesi”) etrafında birleşmiş hiyerarşik devlet yapılanması, merkezi ekonomik yönetim, kısacası devletin toplumu tam kontrol altına alması demektir. Buna resmî ideoloji ve medya üzerindeki devlet tekeliyle birlikte temel hak ve özgürlüklerin kaldırılması ve terörün başat yönetim tekniği olarak kullanılması da eklenmelidir.”[47]

Faşist devlet iktidarının sürekliliği, faşist partiye ve onun toplum içerisindeki kitle hareketi örgütlenmesine yaslanır. Devlet iktidarı, havada asılı durmaz, toplumsal destek üzerinde yükselir. Bu durum, faşizm için de geçerlidir. Ayrıca, işçi sınıfı örgütlenmesini dağıtmak için devletin korporatif devlet olarak emekçilerle alternatif ilişkilenmesi de gerekmektedir.

Faşist devlet, tekelci kapitalist sınıfın, eş deyişle finans kapitalin çıkarlarını savunur, fakat bu iktidar bütün sınıflara mensup bireyleri, kitle tabanı olarak örgütleyebilmiş, en çok da ara katmanları oluşturan küçük burjuvaziden destek görmüştür.[48]

Emperyalist hiyerarşide alt basamaklarda yer alan bağımlı ülkelerdeki askeri/sivil diktatörlükleri ya da otoriter yönetim biçimlerini, faşizm olarak nitelemek doğru değildir. Faşizm ile bu siyasal rejimler arasında milliyetçilik, ırkçılık, lider fetişizmi, baskının ön planda devrede oluşu, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, kitlelerin edilgenleştirilmesi/sürüleştirilmesi gibi benzerlikler vardır. Bu yönetimlere/devlet biçimlerine “faşizan” denebilir. Bize göre, iki dünya savaşı arasındaki klasik faşizm örneklerinin mirası, artık kapitalist demokrasiler tarafından genel ve yaygın olarak içselleştirilmiştir. Kapitalist demokrasilerde toplumsal iktidar ilişkileri, biçimsel demokratik nitelikler yanı sıra faşizan nitelikler de kazanmıştır. Bu durum neoliberalizmin otoriter yönetim ihtiyacı ve eğiliminin olduğu 1980’lerin başından günümüze ulaşan tarihsel kesitte, billurlaşmıştır.

Kapitalist demokrasi ve neoliberal otoriter kapitalist devlet

Burjuva demokrasisi, kapitalist devletin olağan/alışılmış biçimidir. Önceleri kapitalist demokrasi adındaki bu devlet biçiminde parlamentolarda, sınıfsal kompozisyon açısından farklı taraflar bulunuyorken (ağırlıkla burjuvazinin fraksiyonları), günümüzde geçirilen başkalaşımla birlikte parlamentoda temsil edilen partilerin tümü ideolojik/siyasal vizyonları itibarıyla kapitalist sınıfın çıkarlarına bağlanmakta ve artık hepsi sadece bu çıkarlarla uyumlu kalarak ufak nüanslar göstermektedir.

Demokrasi, devlet iktidarının ve otoritesinin sınırlanması[49] olarak görülemez. Kapitalist demokrasi, kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının oluşturucu bir unsuru olarak var olan kapitalist devlet yapısının klasik/olağan biçimdir. Kapitalist demokrasi adındaki devletin/rejimin yapılanması, zaten işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki güç ilişkilerine göre şekillenir.

Toplumsal ilişkiler ile kapitalist devletin yapısı birlikte değişmektedir. Günümüzde neoliberal kapitalist devlet, kapitalist sınıfın iktidar organizasyonu durumundadır. Öyleyse bu devletin özellikleri nelerdir?..

Önce neoliberal ideoloji ve pratiklerin ne olduğuna bakabiliriz:

Neoliberalizm, hem gelişmiş hem de gelişme yolundaki kapitalist dünyanın egemen sınıflarının ideolojisi ve pratiğidir.

"(…) Neoliberal ideoloji, İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile 1970’lerin ortası arasında emekçi ve köylü sınıfların elde ettikleri kayda değer kazanımlara, egemen sınıfların verdikleri yanıttır. O zamandan beri eşitsizlikte oluşan devasa artış, egemen sınıfların gelirinde meydana gelen ve sınıfın belirlediği şu tür politikalardan kaynaklanan büyümenin dolaysız sonucudur: a) emek piyasalarının kuralsızlaştırılması, işçi sınıfı karşıtı bir hamle; b) finans piyasalarının kuralsızlaştırılması ve 1980-2005 döneminde sermayenin egemen kolu olan finans kapitalin bundan büyük yararlar elde etmesi; c) nüfusun tüketim düzeyi yüksek kesimine emekçiler pahasına yarar sağlayacak şekilde, mal ve hizmet ticaretinin kuralsızlaştırılması; d) toplumsal kamu harcamalarının azaltılması ve bundan işçi sınıfının zarar görmesi; e) kamu hizmetlerine bağımlı olan emekçi sınıfların refahı pahasına, nüfusun en zengin %20’sine yarar sağlayacak şekilde hizmetlerin özelleştirilmesi; f) dayanışma kültürünü zedeleyecek şekilde bireyciliğin ve tüketimciliğin teşvik edilmesi; g) piyasalara sözde büyük saygı gösteren ama ulus aşırı şirketler ile kurulu oldukları devletlerarasındaki apaçık bir ittifakı maskeleyen kuramsal bir anlatının ve söylemin geliştirilmesi; h) egemen sınıfların çıkarlarını ve bu çıkarları besleyen ekonomik birimleri – ulus aşırı şirketleri- desteklemek için devlet müdahaleciliğinin gerçekte artmasıyla açıkça çelişen müdahalecilik karşıtı bir söylemin öne sürülmesi.”[50]

Neoliberal ideoloji, devletin ekonomik faaliyetlere müdahalesinin azaltılmasını savunurken, aslında pratikte devletin iktisadi süreçlere müdahalesinin niteliği değişmiştir. Bu müdahaleler sonucunda toplumsal/sınıfsal eşitsizlikler artmış, neoliberal kapitalist devletin sınıfsal niteliği pekişmiştir.

Ticaretin kuralsızlaştırılması, özelleştirmeler, finansal serbestleşme, çalışma hayatında esnek üretim süreçlerine geçiş, neoliberal sermaye birikim biçimi döneminin özellikleridir. Özelleştirmeler yoluyla toplumsal servet sermayeleştirilmekte, sermaye birikimi üzerindeki toplumsal kısıtlama böylelikle ortadan kalkmaktadır. Bu mekanizmaların oluşturduğu stratejiye “ilkel birikim” diyenler bulunmaktadır.[51] Harvey ise “el koyarak birikim” şeklinde bir kavramlaştırma yapmaktadır:

“Hisse senedi spekülasyonları, anonim şirketleri ele geçirme kumpasları, enflasyonun neden olduğu yapısal değer yitirmeler, birleşme ve kazanımlar aracılığıyla varlıkların parçalanması, ileri kapitalist ülkelerde bile tüm halkı pençesine alan yüksek borç yükü, şirket yolsuzlukları, kredi ve hisse senedi manipülasyonlarıyla varlıklara el konulması (emeklilik fonlarının hisse senedi ve büyük holdinglerde yaşanan çöküşlerle erimesi) hepsi ama hepsi, çağdaş kapitalizm denen olgunun temel özellikleridir. Enron’un iflası, birçok kişinin işsiz kalmasına ve emeklilik haklarını yitirmelerine neden olmuştur. Fakat hepsinden daha fazla dikkat edilmesi gereken, el koyarak birikimin son zamanlarda eriştiği doruk nokta olan başıboş fonlar ve diğer mali sermaye araçlarıyla girişilen spekülatif saldırılardır.”[52]

Yurtsever “el koyarak birikim”in yeni yöntemleri olarak fikri mülkiyet “haklarının”, biyoteknoloji ürünlerinin patent ve lisans “haklarının” tekelleştirilmesini, biyolojik korsanlığın yaygınlaşmasını, dünyanın genetik kaynaklarının tekellerin denetimine geçmesini, doğanın toptan metalaştırılmasını, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini sıralamaktadır.[53] Anlaşıldığı gibi, bütün bunlar sermaye birikiminin sadece yeni mekanizmalarıdır. Yani süreçler yenidir, fakat sermaye birikimi kavramında/soyutlamasında değişiklik yapmaya gerek yoktur. Kavramın içeriği zenginleşmiştir.

Şimdi neoliberal otoriter kapitalist devletin bazı temel özelliklerini sıralayabiliriz:

i. Kapitalist devletin iktisadi süreçlere müdahalesi artsa ve bu müdahalenin biçimi değişse de doğrudan meta ve hizmet üretimindeki rolü minimum düzeye gerilemiştir.

ii. Neoliberal devlette yasama organı işlevsizleşmiş, yürütmenin gücü artmıştır. Yürütme erki ve idare, devleti örgütleyen ve yöneten güç olarak önem kazanmıştır. Yürütmenin devlet bürokrasisi/idare üzerinde siyasi denetimi artmış, idarenin özerkliği yiterek, yürütmeye tabi olmuştur. Milletvekillerinin devlet bürokrasisindeki/idaredeki karar alma süreçlerine katılımları kaybolmuştur. Siyasi kararların alınması, devlet politikalarının oluşturulması artık idare, hükümet, milletvekilleri ve siyasi partilerin aralarındaki görüşme ve tartışmaların sonucu olmaktan çıkmış, doğrudan yürütme gücünün ve devlet bürokrasisinin tekeline girmiştir. Parlamento siyasi uzlaşıların hazırlandığı sahne olma rolünü yitirmiştir. Devlet bürokrasisi ve yürütme gücü, artık devlet politikasını oluşturmakta ve uygulamaktadır. Böylelikle sadece yolsuzlukların üzerinin örtülmesi kolaylaşmamış, aynı zamanda devlet politikaları toplumsal denetimden tümüyle uzaklaşmış ve iktidarın geçirimsizliği cisimleşmiştir. Sermayenin çıkarına olan düzenlemelerin meşrulaştırılma yeri olan parlamento, bu işlevini terk etmiş, devlet politikalarının meşrulaştırılma süreçleri, referandumlara ve medya organları gibi yapılara kaymıştır.[54]

iii. Yasama, yürütme, yargı arasında görece var olan erkler ayrılığı, artık tümüyle ortadan kalkmakta, bunlar kaynaşmaktadır.

iv. Devlet iktidarı, artan bir biçimde merkezileşip yoğunlaşmıştır. Başkanlık sistemi, bir tür Bonapartizm türü olmayıp, devlet iktidarının bu merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını cisimleştirmektedir. Devlet idaresinin iktidar mekânları ve kanallarının iktidarın tepesine doğru yöneltilmesi olan başkanlık sisteminde, başkan, devlet idaresinin artan siyasi rolünün temsilcisidir. İdari-siyasi düzenekler, başkana bağlanmaktadır.[55]

v. Neoliberal otoriter devlette, devlet idaresini birleştirip bütünleştiren, idarenin farklı kolları arasında uyumu, yürütme gücünün tepesindekilere karşı sadakatini ve bağımlılığını sağlayan egemen bir devlet partisine gereksinim vardır. Devlet örgütlenmesi, neoliberal dönemde açık ve yoğun biçimde siyasallaşmaktadır. Egemen devlet partisi, devlet personeli içerisinde kadrolaşmakta olduğundan, devlet yapısı ile egemen parti arasında kadrolar açısından geçişkenlik bulunur. Egemen kitle partisi, devlet ideolojisini ve politikalarını kitlelere ulaştırmada, medya organlarıyla birlikte hareket etmektedir.[56]

vi. Neoliberal otoriter devlet, kapitalist demokrasideki siyasi düzeneklerin artan otoriterizmiyle karakterize dönüşümler içermektedir. Kitleler siyasi karar merkezlerinden dışlanmakta, devlet organları ile yurttaşların arasındaki mesafeler büyümekte, devlet ileri derecede merkezileştirilmekte, örgütlü fiziki baskı artırılmakta ve ideolojik yönlendirmeler güçlendirilmektedir. Bu devlette birçok faşizan düzenek de kristalleşmektedir.[57]

vii. Neoliberal dönmede hukuk sistemi piyasa ilişkilerine açılmakta ve bir tür özelleştirme yaşanmaktadır. Tahkim, arabuluculuk, uzlaştırma, kısa yargılama, müzakere, yargıç kiralama gibi yeni yollarla devlete ait yargılama yetkisi, özel yargı piyasasına devredilmektedir. Kamu yararını gözeten ulusal mahkemelerin yerini bir iktisadi sektöre dönüşen özel yargı sistemi (hukuk şirketleri) almaktadır.[58]

viii. Kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinin örgütlenmesi olarak devlet, işçi sınıfının bu iktidar ilişkisindeki örgütlülüğünü ve gücünü kırıp asimetriyi artırmış, topluma dönük sosyal işlevlerini tasfiye etmiştir.

ix. İşçi sınıfının mücadelelerinin kapitalist sınıfın hegemonyası için oluşturduğu tehlikeler karşısında, bu mücadeleleri önleyici maddi düzenekler oluşturulmuştur. Sendika bürokrasisi, yandaş sendikalar, devlet-sendika-patronlar-işçiler arasında korporatif ilişkiler bu düzeneklerden bazılarıdır. “‘Reformist’ işçi sendikaları bundan böyle idari düzeneğin içine doğrudan doğruya yerleştirilmişlerdir.”[59] Neoliberal kapitalist demokrasilerde, politik özgürlüklerde belirgin bir gerileyiş ve toplumsal ilişkilerin bütün boyutları üzerinde otoriter denetimin genişlemesi yaşanmaktadır.

x. Neoliberal dönemin siyasal rejiminde partilerin yöneticileri ile tabanları, katılımcıları arasındaki kopukluk belirginleşmiştir. Bu kopukluğun bir göstergesi kitlelerle doğrudan etkileşimler yerine kamuoyu anketlerine başvurmanın yaygın kullanımıdır. Tabandan gelen ve parti değerlendirmesinden geçen taleplerin, iktidar partilerince devlet politikalarının oluşumunda dikkate alınması söz konusu değildir. Milletvekilleri adaylarının belirlenmesi de iktidarın tepesindekilerin ataması şeklinde yaşanmaktadır. Neoliberal dönemde partilerin politik yaklaşımları arasındaki farklar yelpazesi iyice daralmıştır.[60]  Kapitalist sınıf iktidarının toplum üzerindeki hegemonyasının oluşması, toplumsal güçlerin çoğulculaştırılmasını içerir[61],  fakat düzen partilerinin oluşturduğu çoğulculuk aldatıcıdır. Kapitalist sınıfın toplumsal iktidarının oluşturulmasında siyasi partiler, birer hegemonya yapısı olarak işlevlerinde gerileme içerisindedir.

xi. Neoliberal kapitalist devletin güvenlik örgütlenmesi güçlendirilmekte ve yeniden yapılandırılmaktadır. Örneğin Türkiye’de profesyonel ordu/sözleşmeli askerlik üzerinden ordu yeniden yapılandırılmakta, polis örgütlenmesinin kadroları ağırlıkla milliyetçi-muhafazakâr parti tabanlarından devşirilerek, yapı sağlamlaştırılmaktadır.

xii. AB, DB, IMF ve NATO gibi emperyalist örgütler, kapitalist devletlerin uyguladığı bazı politikalarda yönlendirici olarak ülkelerdeki siyasal iktidarın içsel bir bileşeni olmakta, böylelikle kapitalist devletin uyguladığı bazı politikaların sorumluluğu ulaşılamaz, anonim örgütlenmelere aktarılmaktadır.

xiii. Neoliberal kapitalist devlet, bir holdinge benzer şekilde işlemektedir. Piyasa ilişkileri devletin içerisine ve ilişkilerine nüfuz etmiş bulunmaktadır.

Neoliberal otoriter devlet ile faşizm arasındaki farklar konusunda da Poulantzas’ın yazdıkları anlamlıdır:

“Otoriter devletçiliğin yüze çıkışı ne yeni bir faşizmle ne de bir faşizan süreçle özdeşleştirilebilir. Bu devlet gerçek bir istisnai devletin yeni biçimi olmadığı gibi, kendi başına, böylesi bir devlete doğru geçişin formu da değildir. Burjuva cumhuriyetin mevcut evredeki yeni ‘demokratik’ formunu temsil etmektedir (…) Ayrıca faşist devlet bir siyasi bunalıma ve onun da ötesinde gerçek bir devlet bunalımına tekabül eder: Otoriter devletçiliğin, bunalım halindeki bir devlete tekabül etmeksizin, kendini dayattığı birçok ülkedeki durum bu değildir (…) Faşist devlet halkçı hareketin ve işçi sınıfının önceden uğradığı tarihsel bir bozgunu varsayar (…)”[62]

Komünizm ve devlet

Avrupa’da mutlak monarşiler, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimine yardımcı olmuş, burjuva devrimleri sonrasındaysa devlet iktidarları, kapitalizmin gelişiminde önemli işlevlere sahip olmuştur. Bu nedenle kapitalist toplumsal ilişkilerin oluşumu tümüyle kendiliğinden bir süreç olmayıp, kapitalizmin doğuşunda burjuva sınıfsal bilinç ve örgütlülük faktörleri devrededir. Komünizmin inşası içinse burjuvazinin sahip olduğundan daha gelişkin bir dünya görüşü ile öncü parti ve proletarya diktatörlüğü gibi örgütlenmelere ihtiyaç bulunmaktadır.

Burjuva devlet yapısını sosyalizmde, sosyalist amaçlarla olduğu gibi kullanmanın mümkün olduğu şeklindeki anlayış, Paris Komün’ünden ve Sovyet iktidarından buyana tarihsel olarak olumsuzlanmıştır. Kapitalist devlet örgütlenmesinin hem tasfiye edilecek hem de dönüştürülecek öğeleri bulunmaktadır. Sosyalist devrim, sosyalist tipte yeni bir devleti kurar ve örgütler. Devlet iktidarının organları olan ordu, polis, yargı ve diğer bürokratik yapıların “yıkılması” ya da “parçalanması”ndan kastedilen, bunların yapılanma ve işleyişinin dönüştürülmesi, halkın katılımıyla yeni organların örgütlenmesidir. 

Proletarya diktatörlüğü, sosyalist devrim sonrası işçi sınıfının iktidarı ya da egemenliğini anlatan bir olgu ve kavramdır. “İşçi sınıfının devleti”, “sosyalist devlet”, “sosyalist demokrasi”, “proletarya demokrasisi” kavramları ile proletarya diktatörlüğü aynı anlamlara sahiptir.

Marx’ın bu konudaki formülasyonu şu şekildedir:

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinin ötekine devrimci dönüşüm dönemi yatar. Bunun karşılığı ise, devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir geçiş dönemidir.”[63]

Marx, komünizmi iki evreye ayırmakta ve “sosyalizm” kavramını kullanmamaktadır. Lenin, proletarya diktatörlüğüne sosyalizm demektedir. Sosyalizm döneminde işçiler ve köylüler toplumsal sınıflar olarak vardır, fakat bu dönem boyunca sınıfsal farklar zaman içerisinde kaybolur. Ülke ölçeğinde kapitalist sınıftan ve dünya ölçeğinde emperyalist devletlerden gelebilecek direniş ve saldırılara karşı koymak için gerektiği kadar, sosyalist ülke(ler)de sınıfların ortadan kalması için de proletarya diktatörlüğüne, eş deyişle sosyalist devlete gereksinim duyulmaktadır.

Bize göre, proletarya diktatörlüğü bir devlet biçimidir, sosyalizm ise bir geçiş toplumu. Fakat bu “geçiş toplumu”, kapitalizmden komünizme geçiş komünizmin içerisinde gerçekleştiğinden ikisi arasında ayrı bir evre oluşturmaz. Sosyalist siyasal devrim sonrası “devrimci dönüşümler dönemi” ile başlayıp komünizmin alt aşamasının sonuna kadar olan tarihsel kesiti, sosyalizm olarak kavramanın sakıncası yoktur. Sosyalizm evresi, eş deyişle komünizmin ilk evresinde siyasal devrim sonrasının ilk devlet biçimi proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü zaman içerisinde değişen dinamik bir yapıdır. Sosyalist devletin ilk biçimi olan proletarya diktatörlüğü, sınıfların ortadan kalkmasıyla başkalaşır ve üreticilerin katılım gösterdiği böylelikle kamusallaşan bir sosyalist devlet formuna erişir. Komünizmin ilk evresi olan sosyalizm, dinamik bir toplumsal ilişkiler sistemi olarak kavranmalıdır.

Haluk Yurtsever ise bizim görüşümüzün aksini savunmaktadır:

“Komünizmin alt aşamasıyla, proletarya diktatörlüğü altındaki geçiş dönemini birleştirip bütün bu sürece ‘sosyalizm’ demek kanımca büyük ve önemli bir teorik yanlışa yol açmaktadır.”[64]

Oysa Yurtsever konuyu “köşeli” olarak ele almakla, süreklilikler ve dönüşümlerle karakterize bir tarihsel kesiti, kompartmanlara ayırarak düşünmekle yanlış yapmaktadır.

Yurtsever’in komünist topluma dair düşüncesi şöyledir:

“Komünist toplum, özel mülkiyetin, sömürünün, sınıfların, meta ilişkilerinin olmadığı, değer yasasının işlemediği, yabancılaşmış emeğin ortadan kaldırıldığı bir toplumdur. Komünizmin alt evresinde de, üst evresinde de bu kategoriler yoktur. Bunlar varsa henüz komünist toplum yoktur. Sorunu bu kadar kesin ve köşeli koymadan doğru bir teorik zeminde tartışmak olanaksızdır.”[65]

Bize göre bu yaklaşım, statik bir bakışa sahiptir. Komünist topluma dair teorik kavrayış, tarihsel gerçekliğin dinamizmini barındırmalıdır. Komünizm bir oluşum sürecidir. Komünizmin alt evresi olan sosyalizmde, Yurtsever’in sıraladıkları bir dönüşüm içerisinde gerçekleşir. Süreçlerin ve dönüşümlerin, soyutlamada statik ve “köşeli” biçimde kavranması, yanlış sonuçlara götürmektedir. “Şu varsa, komünizm yoktur” türünde bir kavrayış, komünizmin zaman içerisindeki gelişimini anlayamaz. Örneğin kapitalizm gelişip değişimler geçirerek emperyalizm formuna bürünmüştür. Emperyalizm kapitalizmin bir evresidir. Emperyalizm gelişti diye, kapitalizm ortadan kalkmamıştır. Buna benzer şekilde komünizmin ileri evresi, alt evresi olan sosyalizm adı verilen geçiş döneminden geçilerek oluşan bir toplumsal sistemi anlatır. Yine saf bir kapitalizmin olmadığını, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen üretim tarzı olarak toplumsal formasyonlarda var olduğunu biliyoruz. Komünizmin ilk evresi olan sosyalizmde de böylesi bir saf olma durumu yoktur.

Komünizmin alt evresi olan sosyalizm, tarihsel olarak bir geçiş kesitidir. Başlangıçtaki devlet biçimi olan proletarya diktatörlüğü üreticilerin devleti olacak şekilde gelişir, güçlenir ve dönüşür. Sömürünün kaldırılması sosyalist devrim sonrası hızlıca uygulamaya konacak bir konudur. Meta üretiminin önce sınırlandırılması ve sonrasında tamamen kaldırılması, sınıfların yerini üretici emekçilerin alması, komünizmin ilk evresi olan sosyalist dönüşümler döneminde gerçekleşir. Sosyalizmde örneğin emekçilerin eğitim farklılıkları ücretlere yansıtılır, çünkü işçilerin vasıfsızlığı kutsamaması için bu düzenleme gerekli olduğu kadar, bu geçiş evresinin kapitalizmden çıkıp geldiği kadarıyla onun doğum lekelerini taşıması kaçınılmazdır.[66]

Sosyalizmde sömürü kısa zamanda yok edilir, fakat sınıfların sönümlenmesi/yok oluşu daha uzun bir süre zarfında gerçekleşir. Sınırlandırılmış meta üretimi ve dolayısıyla kısıtlı bir alanda hüküm süren değer yasası da, ancak belirli bir zaman sonrasında tümüyle lağvedilebilir. Başlangıçta proletarya diktatörlüğü formundaki sosyalist devlet, giderek tüm üreticilerin devleti olacak, sınıflar üreticiler haline gelecek, toplum-devlet ayrışması giderek silikleşecektir. Sosyalizm döneminden komünist dünya toplumuna (ikinci evreye) geçişle birlikte, insanların birbirlerini siyasal olarak yönetmesinin yerini, işlerin ve süreçlerin kolektif yönetimi alacaktır.

Toplumsal ilişkilerin sınıfsal belirlenimi komünizmde ortadan kalkacağından, tarihin bu döneminde insanlar arasında gözlenen siyasal egemenlik ve yönetim ilişkileri de ortadan kalkar. Bu, siyasal egemenlik, tahakküm ve baskı aracı olarak devletin ortadan kalkması anlamına gelir. Sosyalizm döneminde devlet, bu eski işlevini giderek terk edecektir. Siyasal organizasyon olarak devlet, ancak tüm toplumsal yaşamın örgütlenme biçimi olduğunda sönümlenir ve toplum içerisinde erir. Devlet/devletler, giderek tüm dünya üzerinde yaşayan insanların kolektif bir biçimde, örgütlenerek denetimlerine aldıkları nesnel toplumsal işleri yapar duruma gelecektir. Planlamaların yapılması, üretim süreçlerinin gerçekleşmesi, gereksinimlerin giderilmesi, genç kuşakların eğitimi, yaşlıların ve engellilerin bakımı gibi toplum mühendisliği kapsamındaki işler, herkesi kapsayan bir örgütlenmeyle yerine getirilecektir. Kısacası tahakküm örgütlenmesi ve siyasal iktidar yapısı olan devlet/devletler söner ve toplum içerisinde erirken, giderek tüm insanlığı kapsayan bir örgütsel yapılanma yaratılacaktır. Devlet/devletler birliği, tüm insanlığı kapsayan toplum örgütlenmesi olacaktır. Devlet, örgütlü toplumla özdeşleşecektir. Devletin tarihsel olarak aşılması, ancak dönüşümü ve gelişimiyle olanaklıdır. “Komünizm “devletsiz” ya da devletin yok edildiği bir toplum değil, devletin aşıldığı bir toplumsal sistemdir.[67]

Bu noktada, Bakunin’in Marx’a “Almanya’da yaklaşık 40 milyon (proleter var-MB). Mesela 40 milyonun tümü hükümetin üyesi mi olacak?” sorusuna Marx’ın yanıtını hatırlamak yararlıdır: “Elbette! (…) ‘Halkın tümü yönetecek ve yönetilen olmayacak’.”[68]

Sosyalizm döneminde öncü komünist parti ile devlet arasındaki ilişkiye gelirsek… Sosyalist devlet, toplumsal ilişkilerin bir boyutu olduğundan, komünist parti, bu ilişkilere de öncülük eder. Sosyalist devleti çalıştıran, yöneten, komünizm hedefiyle uyumlu doğrultu kazandıran öncü örgütlenmedir. Komünist partinin, sosyalist devletle tümüyle özdeşleşmesi fiziksel/nesnel olarak olanaklı değildir. Kapitalist devlet örgütlenmesinin “yıkılması”, yani belli başlı organlarının dağıtılması ve yeniden organize edilmesi, üreticilerin devlet yönetimine katılımının sağlanması, ancak öncü örgütlenmenin devlet pratiklerinde bizzat çalışması ile mümkündür. Geçmişten devralınan bürokratik, akademik ve teknik kadroların sabotajlarına, aksamalar oluşturmalarına karşı koyacak öznel faktör de öncü yapıdır.

Gelecekte sosyalist devletin organlarının/yapılanmalarının nasıl şekilleneceği konusunda yaşanmış sosyalizm deneyimlerini yok saymak, doğru olmayacaktır. Her ülkenin bu konuda özgüllükleri bulunacaktır, fakat sosyalist devrim yayıldıkça, devletler arasında entegrasyon ve birbirine benzeşmeler yaşanacaktır.

Sosyalizm evresinin öncelikli düzenlemeleri, emeğin sömürülmesine son vermek, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmak, üretim ile dağıtımı merkezi planlamayla gerçekleştirmek, meta üretimini ve pazarı ortadan kaldırmaktır. Kapitalizmin oluşturduğu ileri endüstriyel üretimin toplumsal karakterine uygun olan mülkiyet, toprağın ve üretim araçlarının toplumsal/kamusal mülkiyetidir. Sosyalizmde mülkiyet ortadan kaldırılmaz, toplumsallaştırılır.[69] Üretim araçlarının ve toprağın mülkiyeti sosyalizmde devletin elindedir. Mülkiyetin toplumsallaştırılması/kamulaştırılmasının temel ve nihai biçimi devlet mülkiyetidir. Mülkiyetin yok edilmeyeceği ya da ortadan kaldırılmayacağı, tıpkı devlet ve ailenin durumunda olduğu gibi aşılacağı görülmelidir. Ev, araba gibi büyük tüketim araçları üzerindeki özel mülkiyetin aşılması içinse zamana ihtiyaç bulunmaktadır.[70]

Merkezi planlama, boşa giden toplumsal kaynakları kullanmayı sağlar, atıl insan gücünü toplumsal hedefler doğrultusunda seferber eder, yeni kaynaklar yaratmaya yönelir. “Merkezi planlama, teknik olmaktan çok siyasal bir süreçtir; siyasal kararlar alma, tercihler yapma etkinliğidir.”[71] Sosyalizmde merkezi planlama, ekonomiyi toplumun yararına, rasyonel biçimde, sektörler arası uyum sağlayıp, tasarruflu şekilde yönetmenin adıdır. Fakat sosyalist kuruluş sürecinde planlama, neyin ne kadar üretileceği teknik boyutunun ötesinde komünizme dönük hedefler doğrultusunda siyasal bir mücadele aracıdır. Sosyalizmde ideal planlama, merkezidir, çünkü mülkiyet ilişkilerinde, tamamıyla kamu mülkiyetine geçiş, sosyalist kuruluşun temel izleğidir.[72]

İş bölümünün aşılması ise, komünizmin ileri evresinde mümkündür. İş bölümü “toplumsal faaliyetin sabitlenmesi” olup, dışsal olarak dayatılan bir toplumsal kısıtlamadır. Bu nedenle iş bölümü bir özgürlük eksikliği, dolayısıyla yabancılaşma biçimidir. Komünist toplumda iş bölümü, çalışma alanlarının ya da somut emek türlerinin bireylere dağılımı anlamında var olacak, ancak bireyler tekil faaliyetlerle sınırlanmış olmayacaklardır. “Komünist bir toplumda ressamlar yoktur, olsa olsa başka şeylerin yanı sıra resimle de meşgul olan insanlar vardır.”[73]



[1]Bu alt başlığın yazılmasında Poulantzas ve Jessop’un düşüncelerinden yararlanılmış, Poulantzas’ın düşünceleri yer yer eleştirilmiştir.

[2] Bob Jessop, Devlet Teorisi, Epos Yayınları, 1. Basım, 2008, s. 474

[3]Silahlı gücün devlette yoğunlaşması, sınıflar arası mücadelelerin iç savaşa evrilmesinin önünü alarak, siyasal, sendikal ve diğer mücadele örgütleri üzerinden gerçekleşmelerini sağlar.

[4]Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 102

[5]John Holloway, Sol Picciotto, Sermaye, Kriz ve Devlet, Editör: Simon Clarke, Devlet Tartışmaları-Marksist Bir Devlet Kuramına Doğru içinde, Ütopya Yayınları, 1. Basım, 2004,s. 155

[6]K. Marx, Kapital Cilt 1, Yordam Kitap, s. 718-9

[7]Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, 1. Basım, 2006, s. 90

[9] Bob Jessop, a.g.e., s. 61-2

[10]https://tr.wiktionary.org/wiki/ulus

[11]Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler; Bir Giriş, 2007, s. 197-8

[12]Bilimsel verilere göre “ırklar” yoktur. “Irk” ideolojik bir kodlamadır. Bu konuda bkz; https://evrimagaci.org/irk-nedir-biyolojik-olarak-insan-irklari-var-midir-683

[13]Anderson, ulusu, kan bağıyla ya da dinsel ilişkilerle var olan eski tip cemaatlerin yerini alan hayal edilmiş bir topluluk olarak kavramaktadır. Bkz; Benedict Anderson, Hayali Cemaatler-Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları

[14] Egemen ideoloji, toplumda yaygın olan ve toplumsal ilişkilerin yeniden üretimini sağlayan, kapitalist sınıf ile proletarya arasındaki iktidar ilişkilerinde ideolojik egemenlik/iktidar oluşumuna katılan ideolojik öğeler birliğidir. Egemen ideolojinin kapsamında realist ideolojik motifler, sağduyu öğeleri de dinci ve milliyetçi, liberal ideolojik motif ve temalarla birlikte parçalı, karşıtlıklar içerecek şekilde, muğlâk anlamlarıyla bulunur. Resmî ideoloji ise, kapitalist devlet personelinin birliğini ve sürekliliğini sağlayan, toplumdaki egemen ideolojinin bazı öğelerinin devlet içerisinde aldığı formdur.

[15]Haluk Yurtsever,a.g.e., s. 108-9

[16]E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, 3. Basım, 2006, s. 24

[17]Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 106-7

[18]Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 129

[19] Bob Jessop, a.g.e., s. 238-9

[20] Bkz; Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 184-212

[21] “İktidarın alanı kesinlikle ilişkiseldir. Bir sınıfın iktidarı (örneğin egemen sınıfınki), onun elinde tuttuğu bir tözü anlatmaz: İktidar, çeşitli sınıfların toplamı hiç olan iktidara ilişkin eski anlayış uyarınca paylaşacakları ya da mübadele edecekleri nicelenebilir bir büyüklük değildir. Bir sınıfın iktidarı, her şeyden önce, o sınıfın ekonomik, siyasi ve ideolojik münasebetler içindeki nesnel yerine (…) gönderme yapar.” Bkz; Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 163

[22]“Devletin (Marx’a göre sermayenin olduğu gibi) bir ilişki veya daha belirgin olarak, mücadele eden sınıflar arasındaki iktidar ilişkisinin bir şekillenmesi olarak görülmesi gereklidir.” Bkz; Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap, N. Poulantzas-E. Laclau-R. Miliband-Kapitalist Devlet Sorunu içinde, İletişim Yayınları, 2. Basım, 1990, s. 161

[23]Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları, Çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, Birinci Baskı, 2003

[24]Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019, s. 351-2

[25]Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet Sorunu, a.g.e. içinde, s. 35-6

[26]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 132

[27]Ralph Miliband, Kapitalist Devlet: Nicos Poulantzas’a Cevap, a.g.e. içinde, s. 52-3

[28]“Devlet iktidarı, sınıf iktidarının sağlandığı ve sürdürüldüğü başlıca ve nihai –ama tek değil- yoldur.” Bkz; Ralp Miliband, Poulantzas ve Kapitalist Devlet, a.g.e. içinde, s. 67. “(…) iktidar, Marksizm açısından devletle özdeşleşmez ve devlete indirgenmez (…)” Bkz; Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 39

[29] Şu cümlelerde benzer bir argüman ifade edilmiştir: “Bölüşüm ilişkilerinin egemenlik ilişkilerinin ve çatışmanın temeli olduğunu söylemesek de üretim ilişkilerinin böyle bir temel oluşturduğunu kesinkes söyleyebiliriz. Bu, üretim ilişkilerinin (…) toplumsal sınıflar arasındaki egemenlik ilişkileri olduğu anlamına gelir.” Simon Clarke, Marksizm, Sosyoloji ve Poulantzas’ın Devlet Kuramı, Editör: Simon Clarke, Devlet Tartışmaları-Marksist Bir Devlet Kuramına Doğru içinde, s. 118 “(…) ekonomik mülkiyet en başta üretim araçlarını verili kullanımlara koşmanın ve böylece elde edilen ürünlerin sahibi olmanın erkini, sahiplenme de üretim araçlarını çalıştırmanın ve emek sürecine hâkim olmanın erkini gösterir.” Bkz; Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 39

[30]Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap, a.g.e. içinde, s. 154-5

[31]Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019, s. 364

[32]“Üretim ilişkileri, basitçe emek sürecine dair ilişkiler değildir (…) Üretim ilişkileri toplumdan bağımsız değildir (…)” Bkz; Simon Clarke, Marksizm, Sosyoloji ve Poulantzas’ın Devlet Kuramı, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 106

[33]Kapitalist devletin birikim süreçlerinden görünürde özerk oluşuna dair aşırı vurguyu “politisizm” olarak isimlendirenler bulunmaktadır. Bkz; John Holloway, Sol Picciotto, Sermaye, Kriz ve Devlet, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s.146, 152

[34]Colin Barker, Kapitalist Devlet Kuramı Üzerine Bir Not, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 253

[35]Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 18

[36]Bob Jessop, Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve Hegemonya Projeleri, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 208

[37]Simon Clarke, Devlet, Sınıf Mücadelesi ve Sermayenin Yeniden Üretimi, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 230

[38]Simon Clareke, Devlet, Sınıf Mücadelesi ve Sermayenin Yeniden Üretimi, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 231

[39]Clarke şöyle yazmaktadır: “(…) devlet mantıksal olarak sermayenin gerekliliklerinden dolayı gelişmemiştir; o, tarihsel olarak sınıf mücadelesinden çıkıp gelmiştir” Bkz; Simon Clarke, Devlet, Sınıf Mücadelesi ve Sermayenin Yeniden Üretimi, a.g.e. içinde, s. 231

[40]Devletin bir ilişki olarak kavranması Poulantzas’ın ve başka yazarların bahsettiği bir husustur. Örneğin bkz; Nicos Poulantzas, Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap, a.g.e. içinde, s. 163-4; Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s.143. “(…) devlet, ekonomik temele gönderme yapılarak açıklanabilecek bir üstyapı değildir. Tıpkı para, değer vb. gibi tarihsel olarak özgül bir toplumsal ilişkiler biçimidir (…) bir toplumsal ilişki biçimi olarak tanımlanabilecek devlete (…)” Bkz; John Holloway, Devlet ve Gündelik Mücadele, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 275-314. “Devlet erki de biçim-belirlenimli bir toplumsal ilişkidir.” Bkz; Bob Jessop, Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve Hegemonya Projeleri, Editör: Simon Clarke, a.g.e. içinde, s. 208 “Devlet iktidarı, belirli bir konjonktürde değişen güçler dengesini yansıtan karmaşık bir toplumsal ilişkidir.” “Kapitalist devlet tipine en temel biçimsel özelliğin tikelleştirilmesi; yani, sermaye dolaşımından kurumsal ayrımı olan, biçim-belirlenimli bir toplumsal ilişki (…)” Bob Jessop, Devlet Teorisi, Epos Yayınları, 1. Basım, 2008, s. 162, 455

[41]Hazırlayanlar: Gérard Bensussan-Georges Labica, Marksizm Sözlüğü, Yordam Kitap, 2016, 1. Basım, s. 144

[42]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 158, 173-4

[43]Mehmet Okyayuz, Faşizm, Hazırlayanlar: Gökhan Atılgan, E. Attila Aytekin, Siyaset Bilimi içinde, s. 377-90

[44]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 174

[45]Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019, s. 36

[46]Mehmet Okyayuz, Faşizm, a.g.e. içinde, s. 377-90

[47]Yaşar Ayaşlı, Eski ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, 1. Basım, 2023, s. 196

[48]“Bu partiler, kitle tabanı, taraftarları, militanları ve temsilcilerini esas olarak küçük burjuvazinin oluşturduğu, iyi örgütlenmiş kitle patileridirler.” Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, İletişim Yayınları, 4. Basım, 2019, s. 292. Poulantzas’ın küçük burjuvazi kapsamında “üretken olmayan ücretlileri”, örneğin sermayenin dolaşımı alanında çalışanları, artık-değerin gerçekleşmesine katkıda bulunan emekçileri, hizmet sektörü işçilerini ve devlet memurlarını sayması bir teorik yanlıştır. Bütün bu emekçiler, işçi sınıfının bileşenidirler. Ayrıca Poulantzas, küçük burjuvaziyi, eş deyişle işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki katmanları, bir “sınıf” olarak görürken de yanılgı içerisindedir. Bkz; Poulantzas, a.g.e., s. 277-88

[49]H. Yurtsever böyle görüyor. Bkz; Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 199

[50]Vincent Navarro, Dünya Çapında Sınıf Mücadelesi, Çağdaş Marksizm Seçkisi-Yüzyıla Damga Vuran Metinler içinde, Hazırlayanlar: Bertell Ollman-Kevin B. Anderson, Yordam Kitap, 2019, s. 302

[51]Metin Özuğurlu’nun bu düşüncesini aktaran Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 204 Oysa Kapital 1. Ciltte Marx’ın kullandığı kavram “ilksel birikim” ya da “ilk birikim”dir (İng. primitive accumulation).

[52]David Harvey’den aktaran Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 204-5

[53]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 205

[54]Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, 2004, s. 243-53, 257

[55]Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 255-6

[56]Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 261-6

[57]Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 268-9

[58] İlhan Gülhan, Karşıdevrimci burjuvazi ile geriye dönüşhttps://sendika.org/2023/06/karsidevrimci-burjuvazi-ile-geriye-donus-686105/

[59]Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 253

[60]Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 258-9

[61] Bob Jessop, Devlet Teorisi, Epos Yayınları, 1. Basım, 2008, s. 245

[62]Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 234

[63]Karl Marx, Gotha Programının Eleştirisi

[64]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 255

[65]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 289

[66]H. Yurtsever aksini savunuyor: “Herkes için eşit ve karşılıksız eğitimin kamu tarafından güvence altına alındığı bir toplumda eğitim farklılıklarının ücretlere yansıtılmasının hiçbir akla uygun açıklaması yoktur.” (a.g.e., s. 291)

[67]Aile de devlet gibi komünizm döneminde yok olmayacak, aşılacaktır. Bu aşmanın yolu ailenin içerisinde gerçekleşen birçok işin toplumsallaştırılmasıdır. Yurtsever komünizde devletin ne olacağı hakkında şunları yazmıştır: “Devlet, toplumsal gelişmeye paralel olarak, değişime uğrayacak, zaman içinde kimi işlevleri azalıp yok olurken, kimi işlevleri başkalaşacak, kimi işlevleri toplumsallaşacak, kim bilir bugünden hiç düşünemeyeceğimiz yeni işlevler belirecek ve sonunda ‘devlet’, bildiğimiz devlet olmaktan çıkacaktır. Öteki sınıf ya da sınıflar üzerindeki baskı işlevi ortadan kalktığı anda siyasal devletin sönümlenmesi süreci de başlayacaktır. Komünizmin ileri aşamasında da, ‘şeylerin’ örgütlenmesi, toplumsal yaşamın planlanması, eşgüdümü için somut biçim ve ilişkilerini şimdiden bilemeyeceğimiz bir örgütlülüğün gerekli olacağı ise açıktır.” (a.g.e., s. 301) Bize göre işte bu örgütlülük de devlettir. Komünizmin ileri evresinde, egemen devletten değil, toplumun kendisine egemen olduğu bir devletten bahsedilmelidir. Tüm toplumu kapsayıcı bir örgütlenme olarak devlettir bu.

[68]Aktaran Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 257-8

[69]Sean sayers, Marx ve Yabancılaşma-Hegelyan Temalar Üzerine Yazılar, Kor Kitap, Birinci Basım, 2018, s. 163

[70]Bu konuda bkz; Mahmut Boyuneğmez, Konut Sorunu, https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2023/02/konut-sorunu.html Araba kullanımının giderek azalacağı, toplu taşımacılığın yaygınlaşacağı, demiryolu, havayolu ve deniz yolu ulaşımının geliştirileceği de akılda bulundurulmalıdır.

[71]Haluk Yurtsever, a.g.e., s. 283

[72]Kemal Okuyan, Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Antitezler, Yazılama Yayınevi, 4. Basım

[73]Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi’nden aktaran Sean sayers, a.g.e., s. 183

[Toplumbilim İçin Materyalist Kılavuz]

Mahmut Boyuneğmez Giriş Maddenin organizasyon düzeyleri ya da gelişim evreleri bulunmaktadır. Bunlara biz temel gerçeklik katmanları diyo...