Marksist Araştırmalar [MAR] | Komünizm: Tarihin Çözülen Bilmecesi

26 Aralık 2025 Cuma

Roman Rosdolski'nin Gözünden Marx'ın Kapital'inin Oluşumu

MAR

1.0 Giriş: 'Kapital'in Laboratuvarına Yolculuk

Marksist teorinin tarihinde, Roman Rosdolski’nin eseri Marx’ın Kapitali’nin Oluşumu, bir yorum metni olmanın çok ötesinde, bir metodolojik atılım niteliği taşır. Rosdolski, 20. yüzyılın ortalarına dek büyük ölçüde meçhul kalmış olan Marx’ın 1857-58 tarihli taslaklarını, yani Grundrisse’yi merkeze alarak, Marksist literatürde bir "filolojik atılım" gerçekleştirmiştir. Bu atılım, Kapital'i tamamlanmış, statik bir anıt olarak gören dogmatik yaklaşımları yerle bir etmiş; onun yerine, eseri yıllar süren çetin bir kavramsal mücadelenin, teorik arayışların ve düşünsel sancıların yaşandığı dinamik bir "entelektüel şantiye" olarak ortaya koymuştur. Rosdolski, bu şantiyenin kapılarını aralayarak, Marx'ın nihai mimariye ulaşırken hangi teorik çıkmazlarla boğuştuğunu, hangi kavramsal aletleri döverek şekillendirdiğini ve teorisinin iç tutarlılığını nasıl ilmek ilmek ördüğünü gözler önüne sermiştir.

Bu yazının temel amacı, Rosdolski'nin Marx'ın Kapitali'nin Oluşumu adlı eserindeki temel argümanları, metodolojik analizi ve Kapital'in ana kavramlarının evrimine dair sunduğu kanıtları bütünlüklü bir çerçevede sentezleyerek sunmaktır. Bu sentezle, Rosdolski’nin Kapital’in sadece ne söylediğini değil, aynı zamanda o sonuçlara nasıl ulaştığını, yani teorinin kavramsal genetiğini nasıl ortaya koyduğunu göstermeyi hedefliyoruz.

İlerleyen bölümlerde, ilk olarak Rosdolski'nin çalışmasını bu denli değerli kılan bağlam, yani Grundrisse'nin yeniden keşfi ele alınacaktır. Ardından, Rosdolski'nin Marx'ın “sunuş yöntemine” dair yaptığı ve eserin mantıksal iskeletini açığa çıkaran analizi incelenecektir. Takip eden bölümde, emek-değer teorisi, artı-değer ve sermaye birikimi gibi temel kavramların Grundrisse'den Kapital'e uzanan sancılı gelişim süreci Rosdolski'nin kanıtları ışığında ortaya konulacaktır. Sonuç bölümünde ise, Rosdolski'nin Marksist teorideki yanlış anlamaları çürütmedeki rolü ve Marx’ın eleştirel projesini anlamak için neden bugün dahi vazgeçilmez bir kılavuz olduğu değerlendirilecektir. Zira Rosdolski'nin eseri, salt bir metin analizi değil, Kapital'in teorik bütünlüğünü ve bilimsel gücünü kanıtlayan temel bir yorumdur.

2.0 Rosdolski'nin Çalışmasının Önemi ve Bağlamı

Roman Rosdolski'nin analizinin Marksist düşünce tarihindeki etkisini anlamak, onun temel aldığı metnin, yani Grundrisse'nin yeniden keşfinin önemini kavramaktan geçer. Grundrisse der Kritik der Politischen Ökonomie (Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Taslakları), Marx tarafından 1857-58 kışında kaleme alınmış olmasına rağmen, ilk tam baskısı 1939-41'de Moskova'da yapılmış ve Batı'da ancak 1953'ten sonra sınırlı bir çevrenin bilgisine sunulmuştur. Bu gecikme, metnin 20. yüzyılın ortalarına kadar neredeyse tamamen bilinmemesine yol açmış, ancak yayınlanmasıyla birlikte Marx'ın düşünsel gelişimine dair yerleşik kanıları kökünden sarsmıştır.

Rosdolski'nin katkısı, bu ham ve devasa metni Kapital'in "entelektüel laboratuvarı" veya "gizli atölyesi" olarak tanımlayarak, ona metodolojik bir anahtar statüsü kazandırmasında yatar. Bu metaforlar, yüzeysel bir benzetmenin ötesinde derin teorik sonuçlar barındırır. Laboratuvar, yalnızca başarılı deneylerin değil, aynı zamanda hipotezlerin test edildiği, başarısız denemelerin elendiği ve kavramsal çıkmazların aşıldığı bir yerdir. Rosdolski'nin gösterdiği gibi Grundrisse, Marx'ın Ricardo’nun teorisindeki açmazlarla boğuştuğu, paranın sermayeye dönüşümünü tam olarak açıklamakta zorlandığı ve temel kategorileri henüz nihai formlarına kavuşturamadığı bir mücadele alanıdır. Örneğin, Marx'ın Grundrisse'de kârın kaynağını ücreti ödenmemiş emekte ararken yaşadığı kavramsal zorluklar, onu Kapital'de "emek" ile "emek gücü" arasında yapacağı o meşhur ve can alıcı ayrıma götüren teorik arayışın ta kendisidir. Bu "başarısız deneyler", Kapital'de sunulan pürüzsüz ve keskin formülasyonların değerini ve bilimsel gücünü daha da artırır.

Dolayısıyla Rosdolski'nin şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtladığı gibi, Kapital'i statik ve tamamlanmış bir metin olarak okumak, onu bir dogma seviyesine indirgemektir. Aksine, onu yıllar süren zorlu bir araştırma sürecinin, teorik mücadelenin ve kavramsal evrimin bir ürünü olarak görmek, Marx'ın teorisinin yaşayan, gelişen ve kendini düzelten bir eleştirel bilim olduğunu kanıtlar. Rosdolski'nin Grundrisse'yi Marx'ın 'gizli atölyesi' olarak tanımlaması, bu atölyede kullanılan aletlerin, yani Marx'ın soyutlama yöntemlerinin, Kapital'in nihai mimarisini nasıl şekillendirdiğini anlamayı zorunlu kılar.

3.0 Marx'ın Yöntemi: Rosdolski'nin Metodolojik Analizi

Karl Marx'ın ekonomi politiğinin eleştirisini diğer tüm sosyalist ve burjuva iktisat teorilerinden kategorik olarak ayıran en temel unsur, onun soyutlama yöntemleri ve yaklaşımlarıdır. Bu yöntemin karmaşıklığı, Kapital'in sıkça pozitivist bir ekonomi metni gibi okunmasına veya keyfi bir felsefi spekülasyon olarak görülmesine neden olmuştur. Rosdolski'nin en büyük başarılarından biri, Grundrisse aracılığıyla Marx'ın metodolojik çerçevesini tüm açıklığıyla ortaya koymak ve Kapital'in mantıksal yapısının bu yöntem üzerine nasıl çelik bir tutarlılıkla inşa edildiğini göstermektir.

Rosdolski, analizinin merkezine Marx'ın "araştırma yöntemi" (Forschungsweise) ile "sunuş yöntemi" (Darstellungsweise) arasında yaptığı net ayrımı yerleştirir. Araştırma yöntemi, tarihsel ve ampirik malzemenin titizlikle incelendiği, olguların toplandığı ve analiz edildiği aşamadır. Kapital'in yapısını belirleyen sunuş yöntemi ise, bulguların mantıksal ve içsel bağlantılarıyla yeniden kurulduğu, teorinin kendi kendini hareket ettirdiği aşamadır (bu hareket gerçeklikte olduğundan düşünsel olarak yeniden üretilebilirdir -MAR). Sunuş, tarihsel bir kronolojiyi değil, kavramların diyalektik gelişimini takip ederek en soyut ve en basit olandan başlayıp giderek daha karmaşık ve somut olan ilişkilere doğru ilerler (biz buna “diyalektik yöntem” demiyoruz, soyut kavramlardan somut bütünlere ulaşma yöntemine, sentez denir -MAR).

Rosdolski'nin kavramsal genetiği ortaya koyan analizine dayanarak, Marx'ın bu sunuş yönteminde kullandığı temel metodolojik araçlar şu şekilde özetlenebilir:

• Soyutlama Gücü: Marx, kapitalist üretim tarzının özünü ve hareket yasalarını ortaya çıkarabilmek için, analizi karmaşıklaştıracak rastlantısal ve ikincil unsurları bilinçli olarak paranteze alır (buna “bilimsel indirgeme” ve idealizasyon denir -MAR). Örneğin, Kapital'in ilk cildinde analizi "saf" bir kapitalist toplum varsayımı üzerine kurar; burada sadece kapitalistler ve proleterler bulunur, dış ticaret veya devlet gibi unsurlar başlangıçta soyutlanır. Bu, bir biyoloğun organizmayı laboratuvarın yalın koşullarında incelemesine benzer; amaç, temel dinamikleri en çıplak haliyle ortaya çıkarmaktır.

• Soyuttan Somuta Yükseliş: Teori, kapitalist toplumun en temel "hücresi" olan "meta" kategorisiyle başlar. Meta hem basit hem de kendi içinde iki nitelik taşıyan (kullanım değeri ve değişim değeri -Bize göre bunlar arasında “çelişki” yoktur -MAR) bir birimdir. Marx, bu en soyut kategoriden yola çıkarak, onu ilişkileri içerisinde inceleyerek yeni ve daha karmaşık kategoriler türetir: Meta dolaşımı parayı, paranın belirli bir dolaşım biçimi ise sermayeyi doğurur. Bu ilerleyiş, giderek daha somut ve karmaşık toplumsal ilişkileri (sermaye birikimi, kâr, faiz, rant vb.) kapsayacak şekilde genişler. Böylece teori, başlangıçtaki soyutlamadan zengin ve çok yönlü bir somut bütüne ulaşır.

• Diyalektik Mantık: Hegel'den devraldığı ve materyalist bir zeminde "ayakları üzerine oturttuğu" diyalektik mantık, Marx'ın sunuşu sırasında gerçekliğin düşünsel bir yansıması olarak ortaya çıkar. Kavramlar statik değildir; gerçeklikteki karşılıklarının taşıdığı etkileşim ve ilişkiler dikkate alınarak birbirlerine dönüşürler. Örneğin, paranın kendisi sermaye değildir. Ancak para, emek-gücü ve üretim araçları satın alıp üretim sürecinde artı-değer yaratmak için kullanıldığında sermayeye dönüşür (ilişki ve etkileşimlerle -MAR). Rosdolski, Kapital'deki kavramsal geçişlerin diyalektik mantığın desenlerini sergilediğini göstermeye çalışır.

Rosdolski'nin ortaya koyduğu bu analiz, Kapital'in yalnızca bir ekonomik analiz olmadığını, aynı zamanda kendi içinde tutarlı ve mantıksal bir bütünlüğe sahip felsefi bir yapı olduğunu kanıtlar. Marx'ın sunuş yönteminin/sunuştaki yaklaşımının ve sunum sırasında sergilediği diyalektik mantığın anlaşılması, onun temel ekonomik kategorilerinin neden ve nasıl bu şekilde geliştirildiğini anlamanın ön koşuludur.

4.0 Temel Kavramların Gelişimi: 'Grundrisse'den 'Kapital'e Yolculuk

Roman Rosdolski'nin çalışmasının en aydınlatıcı yönü, Kapital'in teorik omurgasını oluşturan kilit kavramların statik tanımlar olmadığını; aksine, Marx'ın Grundrisse'deki entelektüel laboratuvarında uzun ve çetin bir gelişim sürecinden geçerek nasıl olgunlaştığını analitik bir anlatıyla göstermesidir. Bu bölüm, temel kavramların bu evrimsel yolculuğunu, Marx'ın karşılaştığı teorik problemler ve bunları aşmak için geliştirdiği kavramsal atılımlar ekseninde, Rosdolski'nin merceğinden inceleyecektir.

4.1 Değer ve Emek-Değer Teorisi

Rosdolski'nin işaret ettiği gibi, Marx Grundrisse'de klasik iktisadın, özellikle de Ricardo'nun emek-değer teorisinin mirasıyla boğuşmaktadır. Problem şuydu: Eğer tüm metaların değeri emek zamanıyla ölçülüyorsa, farklı türden (vasıflı/vasıfsız, marangoz/dokumacı) emekler nasıl ortak bir ölçüte indirgenebilir? Ricardo bu sorunu tam olarak çözememişti. Marx'ın kavramsal arayışı, bu sorunu aşacak bilimsel bir temel bulmaktı. Kapital'de ulaştığı çözüm, iki yeni kavramın geliştirilmesiydi: "soyut insan emeği" ve "toplumsal olarak gerekli emek zamanı". Değeri yaratan, belirli bir kullanım değeri üreten somut emek değil, niteliklerinden arındırılmış, toplumsal emeğin bir parçası olan soyut emektir. Değerin büyüklüğünü belirleyen ise, herhangi bir bireysel işçinin harcadığı zaman değil, ortalama teknoloji ve beceri koşullarında gereken zamandır. Rosdolski'ye göre, bu iki kavramın netleştirilmesi, Marx’ın teorisini klasik iktisadın açmazlarından kurtaran ve onu bilimsel bir zemine oturtan atılımdır.

4.2 Artı-Değer ve Sömürü

Marx'ın ekonomi politiğe yaptığı en büyük ve en belirgin katkı, şüphesiz "artı-değer" (surplus value) teorisidir. Grundrisse'de Marx, kârın kökeninin ücreti ödenmemiş emekte yattığını sezgisel olarak bilse de problem bunu teorik olarak tutarlı bir şekilde açıklamaktı: Eğer metalar değerleri üzerinden, yani eşitler eşitlerle mübadele ediliyorsa, kâr (artı-değer) nereden doğuyordu? Bu, "hilesiz" bir sömürünün nasıl mümkün olduğu sorusuydu. Marx'ın arayışı, bu yeni değeri yaratan özel bir meta bulmaya odaklandı. Kapital'deki çözümü, işçinin pazarda sattığı şeyin "emeği" değil, onun "çalışma yeteneği", yani "emek-gücü" olduğunu keşfetmesidir. Emek-gücü, değeri kendi yeniden üretim maliyetiyle (işçinin yaşaması için gereken metaların değeri) belirlenen, ancak kullanımda kendi değerinden daha fazla değer yaratma özelliğine sahip yegâne metadır. Kapitalist, işçinin ücretini karşılayan bu "gerekli emek zamanı"nın ötesindeki "artı-emek zamanı"nda yaratılan değere bedelsiz el koyar. Rosdolski'nin kanıtladığı gibi, bu ayrım sömürüyü ahlaki bir şikâyet konusu olmaktan çıkarıp, kapitalist üretim tarzının içsel ve temel bir niteliği olarak bilimsel bir şekilde ortaya koyan teorik anahtardır.

4.3 Sermaye, Birikim ve Krizler

Klasik iktisat için sermaye bir "şey"di (para, makine). Marx için ise problem, sermayenin bu fetişist görünümünün arkasındaki toplumsal dinamiği ortaya çıkarmaktı. Rosdolski, Marx'ın sermayeyi bir "şey" değil, meta ve para aracılığıyla cisimleşen bir "toplumsal ilişki" olarak tanımlamasının önemini vurgular. Bu, özünde ücretli emeğin sömürüsüne dayanan bir ilişkidir. Marx'ın arayışı, bu ilişkinin kendini nasıl sürekli yeniden ürettiğini ve genişlettiğini, yani birikim sürecinin mantığını çözmektir. Kapital'de ulaştığı çözüm, birikim sürecinin kapitalizmin temel itici gücü olduğunu, ancak bu sürecin kendi paradokslunu da yarattığını göstermesidir. Rosdolski, bu paradoksun en keskin ifadesi olan "kâr oranlarının düşme eğilimi yasası"nın kökenlerinin Grundrisse'de bulunduğunu ve Kapital'in üçüncü cildinde nasıl sistemleştirildiğini gösterir. Teknolojik ilerlemeyle sermayenin organik bileşimi (sabit sermayenin değişken sermayeye oranı) arttıkça, kârın tek kaynağı olan canlı emeğin toplam sermayeye oranı azalır ve bu da genel kâr oranında uzun vadeli bir düşüş eğilimi yaratır. Rosdolski'nin analizinin ortaya koyduğu gibi bu yasa, Marx’ın kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini ve tarihsel sınırlarını açıklamasının teorik temel taşıdır.

5.0 Sonuç: Rosdolski'nin Mirası

Roman Rosdolski'nin Marx'ın Kapitali'nin Oluşumu, Marksist literatürde önemli bir eserdir. Bu çalışma, Karl Marx'ın başyapıtının yalnızca ne söylediğini değil, aynı zamanda o sonuçlara nasıl ulaştığını, yani teorinin nasıl inşa edildiğini gösteren bir filolojik ve teorik kılavuzdur. Rosdolski, okuyucuyu Kapital'in bitmiş mimarisinin arkasındaki entelektüel şantiyeye sokarak, Marx'ın düşünsel emeğinin büyüklüğünü ve teorisinin tutarlılığını gözler önüne sermiştir. Rosdolski'nin şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtladığı gibi, Kapital statik bir dogma değil, yıllar süren titiz bir araştırma, eleştiri ve sentez çabasının ürünü olan yaşayan, gelişen bir eleştirel teoridir.

Bu çalışmanın en önemli sonuçlarından biri, Marksist literatürdeki pek çok yaygın ve hatalı yorumu geçersiz kılmasıdır. Rosdolski'nin ortaya koyduğu kanıtlar;

• Kapital'in mekanik ve determinist bir eser olduğu iddiasını, Marx'ın "kâr oranlarının düşme eğilimi yasasını" mutlak bir yasa olarak değil, karşı-eğilimlerle birlikte işleyen diyalektik bir "eğilim" olarak formüle ettiğini göstererek çürütmüştür.

• Genç Marx ile olgun Marx arasında bir "epistemolojik kopuş" olduğu tezini, Grundrisse'deki yabancılaşma temaları ile Kapital'deki meta fetişizmi analizi arasındaki bariz teorik sürekliliği kanıtlayarak temelsiz bırakmıştır.

• Marx'ın sunuş yönteminin keyfi ve tutarsız olduğu yönündeki eleştirileri, teorinin en basit kategoriden en somut bütüne doğru içsel bir mantık ve diyalektik bir tarzla ilerlediğini göstererek boşa çıkarmıştır.

Sonuç olarak, Roman Rosdolski'nin mirası, Marx'ın düşüncesine derinlikli ve aydınlatıcı bir yorum sunarak onu dogmatik sığlıktan ve burjuva karalamalarından kurtarmasıdır. Marx'ın Kapitali'nin Oluşumu, üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, Marx'ın siyasal iktisat eleştirisini ciddiyetle anlamak isteyen her araştırmacı, öğrenci ve militan için günümüzde de bir başvuru kaynağı ve entelektüel bir yol gösterici olmaya devam etmektedir.

24 Aralık 2025 Çarşamba

Ruh Hastalığı mı, Sosyal Hastalık mı?

MAR

MAR Notu: Psikiyatrik hastalıkların toplumsal nedenleri vardır ve bu hastalıkların oluşumunda temel belirleyicidir. Bu hastalıklar bebeklikten itibaren bireylerin aile, arkadaş ve toplumsal çevreleri ve koşullarla etkileşimleriyle oluşur. Bazı psikiyatrik bozuklukların gelişiminde genetik bir zemin de etkilidir. Toplumsal nedenler beyin biyokimyasındaki değişimlerle hastalıklara yol açar. Psikiyatrik hastalıkların saptanabilir maddi eksiklik/fazlalıklardan, beyin biyokimyası ve fizyolojisinin değişimlerinden kaynaklandığını bilmek gerekir.

Özet

Bu yazı, Dr. Susan Rosenthal ve Dr. Akif Akalın'ın makalelerinden derlenen eleştirel bir analizi sunmaktadır. Metinlerin ana tezi, modern psikiyatrinin ve "ruh hastalığı" kavramının, kapitalist sistemin yarattığı yaygın toplumsal sıkıntıları bireyselleştiren ve meşrulaştıran bir sosyal kontrol aracı olduğudur. Argümana göre, ruhsal sıkıntıların çoğu biyolojik bir hastalıktan ziyade, sömürü, baskı, yoksulluk ve yabancılaşma gibi sosyal koşullara verilen makul tepkilerdir. Psikiyatri, bu koşulları sorgulamak yerine, kurbanları "bozuk" veya "hasta" olarak etiketleyerek ve onları ilaç endüstrisiyle simbiyotik bir ilişki içinde "tedavi ederek" statükoyu korur. Ruhsal Bozukluklar Tanı ve İstatistik El Kitabı (DSM), bilimsel bir temelden yoksun, kâr odaklı bir "katalog" olarak eleştirilmektedir. Sigmund Freud'un teorileri dahi, travmanın gerçekliğini yadsıyıp suçu bireyin içsel çatışmalarına atarak egemen sınıfa hizmet ettiği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Nihai çözümün bireysel tedavilerde değil, sıkıntının kökenindeki sömürücü toplumsal ilişkileri ortadan kaldıracak ve insan ihtiyaçlarını önceliklendirecek sosyalist bir dönüşümde yattığı savunulmaktadır.

Ana Temalar ve Detaylı Analiz

Psikiyatri: Bir Sosyal Kontrol Aracı ve Sahte Bilim

Temel argüman, kapitalizmin normal işleyişiyle milyonlarca insanı yaraladığı, hasta ettiği ve bu durumun yol açtığı ruhsal sıkıntıları yönetmek için modern tıbbı ve özellikle psikiyatriyi bir "sosyal kontrol" kurumu olarak kullandığıdır.

• Bireyselleştirme ve Sistemi Aklama: Tıbbi ideoloji, bireylerin sosyal koşullardan bağımsız olarak hastalandığını varsayar. Bir hekim, işçiyi yaralayan güvensiz işyerini değil, yaralı işçiyi tedavi eder. Benzer şekilde, psikiyatri de ruhsal sıkıntı üreten baskıcı sosyal koşulları değil, bu koşulların kurbanlarını ve bu koşullara isyan edenleri "teşhis" ve "tedavi" eder.

• Biyolojik Belirteçlerin Yokluğu: Bedensel hastalıklar, teşhisi bilimsel kılan karakteristik biyolojik belirteçlere (örneğin bakteriyel zatürrede akciğer enfeksiyonu) sahiptir. Ancak şizofreni gibi en ağır ruhsal sıkıntı biçimlerinde dahi, bu duruma özgü, güvenilir biyolojik belirteçler bulunamamıştır. Bu durum, psikiyatrinin tıbbın diğer dalları gibi bilimsel bir temelden yoksun olduğunu göstermektedir. Psikiyatri, bu eksikliğiyle "bilim kılığına girmiş bir ideoloji" veya "sahte bilim" olarak nitelendirilmektedir.

• "Akıl" ve "Beyin" Ayrımı: Akıl, beynin kendisi değil; beyin, beden ve sosyal çevre arasındaki karmaşık etkileşimden doğan bir işlevdir. Beyni haritalamanın aklı anlamaya yeteceği varsayımı, "Mona Lisa'yı anlamak için Leonardo DaVinci'nin beynini parçalara ayırmaya" benzetilir. Bu indirgemeci yaklaşım, ruhsal sıkıntının sosyal kökenlerini göz ardı eder.

• Şizofreni Örneği: Yaygın kanının aksine, kanıtlar şizofreninin genetik temelinin zayıf olduğunu göstermektedir. Çalışmalar, şehirde yaşamanın, şizofren bir aile üyesine sahip olmaktan daha büyük bir risk faktörü olduğunu ortaya koymuştur. Şehir yaşamıyla ilişkili kurşuna maruz kalma, enfeksiyonlar, yetersiz beslenme ve ırk ayrımcılığı gibi faktörlerin hepsi şizofreni riskini artırmaktadır.

DSM: Kâr Odaklı Bir "Katalog"

Amerikan Psikiyatri Birliği'nin (APA) yayımladığı Ruhsal Bozukluklar Tanı ve İstatistik El Kitabı (DSM), "psikiyatrinin İncil'i" olarak adlandırılsa da, bilime değil dogmaya dayandığı için eleştirilmektedir. DSM, psikiyatri endüstrisinin büyümesi ve kârlılığı için bir araç olarak görülmektedir.

• Kategorilerin Genişlemesi: DSM'nin ilk baskısı (1952) 106 bozukluk içerirken, sonraki baskılarda bu sayı yüzlerceye çıkmıştır. Bu genişleme, bilimsel keşiflerden ziyade, "mevcut hastaları koruma ve çok sayıda sorun için yardım arayabilecek yenilerini kapsama arzusu" ile açıklanmaktadır. Utangaçlık "sosyal fobi," yaramazlık "DEHB," ve mutsuzluk "depresyon" gibi normal insani durumlar patolojikleştirilmiştir.

• İlaç Endüstrisiyle İlişki: DSM, ilaç endüstrisi için bir "altın madeni" sağlar. Bir ilacın onaylanması için ilgili bozukluğun DSM'de listelenmesi gerekir. Bu nedenle her yeni tanı, potansiyel ilaç satışlarında milyonlarca dolar anlamına gelir. DSM-IV'ü hazırlayan uzmanların çoğunun, özellikle duygudurum ve psikotik bozukluklar panellerindekilerin tamamının ilaç şirketleriyle mali bağları olduğu belirtilmektedir.

• Pazarlama ve Teşhis Enflasyonu: Bir bozukluk DSM'ye eklendiğinde ve tedavisi için bir ilaç onaylandığında, o teşhisi alan insan sayısı hızla artar.

    ◦ PMDD Örneği: "Adet Öncesi Mutsuzluk Bozukluğu" (PMDD) DSM'ye eklenir eklenmez, Eli Lilly firması en çok satan ilacı Prozac'ı pembe renkte "Serafem" adıyla yeniden paketleyerek PMDD tedavisi için piyasaya sürdü ve patent hakkını uzattı.

    ◦ Bipolar Bozukluk: 1990'lardan önce çocuklarda görülmediği düşünülen Bipolar Bozukluk, tedavisi için antipsikotik ilaçlar onaylandıktan sonra çocuklarda en hızlı yayılan psikiyatrik etiket haline geldi. İki yaşındaki çocuklara bile bu teşhisin konulduğu bildirilmektedir.

• Çocukların Hedef Alınması: Okul sistemi ve aşırı çalışan ebeveynlerin yarattığı baskı altında sıkıntı yaşayan çocuklar, davranışlarıyla protesto ettiklerinde "hasta" olarak etiketlenmektedir. Huzursuzluk "Dikkat Eksikliği / Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)", isyankârlık ise "Karşı Çıkma Bozukluğu" olarak tanımlanabilmektedir. Bu etiketleme, çocukları toksik ilaçlar almaya zorlamanın bir yolu olarak görülmektedir.

Freud'un Eleştirisi: Travmadan İçgüdüye Geçiş

Sigmund Freud, psikiyatriyi akıl hastanesinden çıkararak devrim yapmış olsa da, teorilerinin nihayetinde egemen sınıfa hizmet ettiği ve Marksizm ile uzlaştırılamaz olduğu savunulmaktadır.

• Travma Modelinin Reddi: Freud, kariyerinin başlarında, hocası Charcot'dan etkilenerek ruhsal sıkıntının (histerinin) temel nedeninin çocuklukta yaşanan cinsel istismar gibi travmatik deneyimler olduğunu savunmuştur. Ancak mesleki baskı ve izolasyonla karşılaştıktan sonra bu fikrinden vazgeçmiştir.

• Oidipus Kompleksi ve Kurbanın Suçlanması: Freud, hastalarının cinsel travma anlatılarının gerçek anılar değil, bastırılmış cinsel arzulardan kaynaklanan fanteziler ("Oidipus kompleksi") olduğu sonucuna varmıştır. Bu teorik dönüşüm, cinsel istismarın gerçekliğini yadsımış, suçu failden alıp kurbanın (çocuğun) bilinçdışı arzularına yüklemiş ve aileyi bir baskı merkezi olarak aklamıştır.

• Marksizm ile Çelişki: Marksistler için insan varoluşunun temeli toplumsal emek iken, Freud için cinsellik ve içgüdülerdir. Freud, kitlelerden korkmuş, insanları doğuştan saldırgan görmüş ve sosyalist bir toplumun "savunulamaz bir yanılsama" olduğunu savunmuştur. Bu nedenle psikanaliz ve Marksizm'in birleştirilemeyeceği iddia edilmektedir.

Kapitalist Sistemin Sağlık Üzerindeki Yıkıcı Etkileri

Kapitalizmin doğası gereği hem bedensel hem de ruhsal sağlığa zarar veren "hastalıklı bir sosyal düzen" olduğu öne sürülmektedir.

• Kronik Tehdit Yanıtı: Kapitalizmdeki sürekli belirsizlik (iş, ev, sağlık güvencesi), eşitsizlik ve baskı, bedenin "savaş, kaç ya da don" tehdit yanıtını kronik olarak aktif tutar. Bu durum, tükenmeye ve diyabet, kalp hastalığı, bağışıklık sistemi bozuklukları gibi çok sayıda fiziksel hastalığa yol açar.

• Eşitsizlik ve Ölüm Oranları: Eşitsizliğin kendisi bir tehdit unsurudur. ABD'de yapılan çalışmalar, daha yüksek gelir eşitsizliğinin tüm gelir düzeylerinde daha yüksek ölüm oranlarıyla ilişkili olduğunu göstermiştir.

• Olumsuz Çocukluk Deneyimleri (ACE): Çocuklukta yaşanan travma, istismar, ihmal ve aile içi sorunlar gibi olumsuz deneyimlerin sayısı arttıkça, yetişkinlikte bedensel, psikolojik ve sosyal sorunların görülme riski de artmaktadır. Bu, sıkıntının kökeninin bireyin biyolojisinde değil, yaşam koşullarında yattığının bir kanıtıdır.

• "Kişisel Yaşam Efsanesi": İş ve yaşam arasındaki ayrım bir yanılsamadır. "Serbest zaman," aslında işgücünün kendini yeniden üretmesi (işe hazırlanma, dinlenme, yeni nesil işçileri yetiştirme) için harcanır. Modern çekirdek aile, bu yeniden üretim görevini ücretsiz olarak (çoğunlukla kadınların emeğiyle) yerine getiren, kapitalizm için mali ve siyasi açıdan avantajlı bir kurum olarak inşa edilmiştir.

Marksist Alternatif: Toplumsal Sorunlara Kolektif Çözümler

Yazarlar, ruhsal sıkıntıya yönelik gerçek çözümün bireyi "düzeltmek" değil, sıkıntıyı yaratan toplumsal sistemi değiştirmek olduğunu savunmaktadır.

• Sömürü ve Depresyon İlişkisi: Akif Akalın'ın aktardığı Muntaner ve arkadaşlarının çalışması, kâr amaçlı bakımevlerinde çalışan hastabakıcılarda depresyon oranlarının, devlet bakımevlerindekilere göre anlamlı ölçüde daha yüksek olduğunu bulmuştur. Bu farkın nedeni olarak, artık emeği ve kârı artırmak için kullanılan sömürü yöntemleri gösterilmiştir. Makalenin vardığı sonuç, depresyonu önlemek için "üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması" gerektiğidir.

• Sosyal Desteğin İyileştirici Gücü: Yaşam standartlarını yükseltmenin ruhsal sıkıntıyı azalttığı kanıtlanmıştır. Bir kumarhanenin açılmasıyla yoksulluktan kurtulan Yerli Amerikalı ailelerin çocuklarında psikiyatrik semptomların belirgin şekilde azaldığı bir çalışma buna örnek olarak sunulmaktadır.

• Sınıf Mücadelesi ve Sağlık: Kolektif mücadele, bireysel çaresizliğin üstesinden gelmenin bir yolu olarak görülmektedir. 1980'lerde Polonya'da yükselen işçi grevleri sırasında hastanelerin psikiyatri yataklarının işçilerden boşalıp hasta devlet görevlileriyle dolması, bireysel sorunların kolektif mücadeleyle çözülme potansiyelini gösteren bir örnek olarak verilmiştir.

• Nihai Tedavi Olarak Sosyalizm: Sağlık, "herkesin yeteneğinin, herkesin gereksinimlerini karşılamasıyla meşgul olduğu bir sosyalist toplumun temellerini atma sürecinde inşa edilebilir." Bu, insan ihtiyaçlarını kârın önüne koyan bir sistemin, ruhsal sıkıntının temel nedenlerini ortadan kaldıracağı anlamına gelir.

Önemli Alıntılar

"Gerçekten de baskıcı sosyal koşulların ruhsal sıkıntı ürettiği o kadar açıktır ki, bizi bunun böyle olmadığına ikna etmek için bir psikiyatri endüstrisine gereksinim duyuluyor."

— Susan Rosenthal

"Psikiyatri bir tıp bilimi olduğunu iddia ederken, gerçekte sahte bir bilimdir – bilim kılığına girmiş ideolojidir."

— Susan Rosenthal

"DSM-IV bir katalogdur. Ürünler, içinde tanımlanan psikiyatrik bozukluklardan oluşur; müşteriler terapistlerdir ve bu belki de dünyada müşterilerine gerçekten para kazandıran tek katalogdur."

— Eleştirel bir yorumdan alıntı

"Psikiyatri özünde bireyi toplumdan çıkartır, beyni bedenden ayırır, aklı beyinden kopartır ve beyni uyuşturur."

— Susan Rosenthal

"Eğer diyorlar depresyonu “önlemek” istiyorsanız, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırmanız gerekir."

— Akif Akalın (Muntaner ve arkadaşlarının çalışmasını özetlerken)

"Gerçekte, toplumsal ve bireysel olarak deneyimlediğimiz tek bir alan vardır: kapitalizm. Tek bir çözümü olan tek bir alan."

— Susan Rosenthal

İleri okuma önerisi: 

https://drive.google.com/file/d/1LzY9ffK7aQasslKxBh7ThESgi6pmVhLJ/view?usp=sharing

23 Aralık 2025 Salı

Türkiye İşçi Sınıfının Kuşatılmışlığı: Ne ve Nasıl Yapmalı?

MAR

Özet

2017 yılı verilerine dayanan DİSK-AR’ın raporuna göre, Türkiye işçi sınıfı adeta ekonomik bir kıskaca hapsolmuş durumdadır. Yarısından fazlası kiracı olan, dörtte biri asgari ücretin dahi altında gelire talim eden ve her iki işçiden birinin "her an işsiz kalabilirim" korkusuyla yaşadığı bu tablo, emeğin ne kadar değersizleştirildiğini açıkça göstermektedir. Kadınların eğitimli olmalarına rağmen daha kötü koşullarda sömürüldüğü, çocuklu hanelerin yoksulluk sınırında debelendiği ve sosyal yaşamın sadece televizyon izlemekten ibaret kaldığı bu durum, işçinin sadece emeğinin değil; barınma hakkının, geleceğinin ve insanca yaşam umudunun da elinden alındığı içler acısı bir sınıf gerçeğini gözler önüne sermektedir.

DİSK-AR’ın 2017 verileri, Türkiye işçi sınıfının sadece ekonomik değil, sosyal ve psikolojik olarak da bir "kuşatılmışlık" içinde olduğunu kanıtlamaktadır. Sınıfın yarısından fazlasının (%53,5) kiracı olması ve asgari ücretin altında gelire sahip olanların oranının %28,9’u bulması, barınma ve beslenme gibi en temel insani ihtiyaçların/hakların bile birer lüks haline geldiğini göstermektedir. Bu ekonomik sefalete, işyerlerindeki yapısal güvencesizlik eşlik etmektedir; her iki işçiden birinin yaşadığı "her an işsiz kalabilirim" korkusu, sermayenin işçi üzerindeki en büyük terör mekanizmasıdır. Türkiye’de iş kapısını açan anahtar, kişinin mesleki becerisi değil, sahip olduğu sosyal çevredir. İşe girişlerin %54 oranında tanıdık vasıtasıyla gerçekleşmesi, işçiyi bir birey olmaktan çıkararak, kendisini işe sokan 'torpil' ağlarına (siyasi ya da cemaat ağları gibi) veya patronun lütfuna göbekten bağlamakta ve bağımlı kılmakta, bu durum sınıfsal köleliği kalıcı hale getirmektedir.

İşçiler, uzun çalışma saatleri nedeniyle ailelerine zaman ayıramazken (%42,4), maruz kaldıkları siyasi görüş ve etnik köken ayrımcılıkları çalışma barışını dinamitlemektedir. Kadın işçiler ise bu sömürü sarmalının en ağır yükünü taşımakta; erkeklerden daha yüksek eğitim seviyesine sahip olmalarına rağmen, vasıflarının altında, daha düşük ücretle ve %25’e varan cinsiyet ayrımcılığıyla çalıştırılmaktadır. Aile yapısının "çift gelirli" modele zorunlu dönüşümü, tek maaşla geçinmenin imkansızlaştığı bir hayatta kalma stratejisidir.

Tüm bu ağır sömürü koşullarına rağmen, Türkiye işçi sınıfının sınıf bilinci ve örgütlülük düzeyi içler acısı bir durumdadır. İşçilerin %37’si kendisini hiçbir sınıfa ait hissetmezken, nesnel olarak işçi olanların önemli bir kısmının kendini "orta sınıf" olarak tanımlaması (muhtemelen sınıf bilinci olmadığından “gelir durumumda orta halliyim, öyleyse orta sınıftayım” şeklinde düşünülmektedir), kimliksel bir savrulmaya işaret etmektedir. Sendikal hakları "çok önemli" bulanların oranının %20’nin altında kalması ve grev/toplu sözleşme bilincindeki zayıflık, kolektif direnç mekanizmalarının felç olduğunu göstermektedir. Sosyal yaşamın televizyon izlemek ve sosyal medyada vakit öldürmek gibi pasif eylemlere sıkışması ise işçinin entelektüel ve kültürel gelişiminin de sermaye tarafından gasp edildiğinin, sınıfın sadece fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da bir çöküşe sürüklendiğinin açık resmidir.

Öyleyse ne yapmalı ve nasıl yapmalı? Yazımızın sonunda buna değiniyoruz.

1.0 Giriş

Bu rapor, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi (DİSK-AR) tarafından 2017 yılında gerçekleştirilen kapsamlı bir saha araştırmasının bulgularını analiz etmektedir. Çalışmanın temel amacı, Türkiye'deki işçi sınıfının sosyo-demografik yapısını, çalışma koşullarını, iş memnuniyetini, sınıf aidiyetini ve sosyal yaşamını bütüncül bir bakış açısıyla ortaya koymaktır. Rapor, 2018 ekonomik krizi öncesi döneme dair kritik bir anlık görüntü sunarak, dönemin emek piyasasının temel dinamiklerini ve işçilerin günlük yaşam gerçeklerini anlamak için zengin bir veri seti sağlamaktadır. Bu analiz, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu yapısal sorunları ve bu sorunların bireysel ve kolektif tutumlar üzerindeki yansımalarını incelemektedir.

Raporun ilerleyen bölümlerinde, ilk olarak analizin temelini oluşturan araştırmanın metodolojik çerçevesi sunulacaktır. Ardından, işçi sınıfının demografik portresi, hane yapısı ve barınma koşulları gibi temel yaşam göstergeleriyle çizilecektir. Takip eden bölümlerde, istihdam türleri, sosyal güvence, iş bulma kanalları ve ayrımcılık gibi somut çalışma koşulları mercek altına alınacaktır. Bu nesnel koşulların işçilerin memnuniyet, kaygı ve beklentilerine nasıl yansıdığı incelendikten sonra, kolektif örgütlenme mekanizması olan sendikalara bakış ve temel hak bilinci değerlendirilecektir. Rapor, sınıf aidiyeti ve bilinci gibi kritik konuları ele aldıktan sonra, sınıf içi önemli bir farklılaşma ekseni olan toplumsal cinsiyet dinamiklerini ve kadın işçilerin özgün deneyimlerini detaylandıracaktır. Son olarak, işçilerin iş dışı yaşam pratikleri ve sosyo-kültürel faaliyetleri incelenerek bütüncül bir portre tamamlanacaktır.

Bu genel çerçevenin ardından, analizin temelini oluşturan araştırma metodolojisine geçebiliriz.

2.0 Araştırmanın Metodolojisi

Bu raporda sunulan verilerin güvenirliği ve geçerliliği, analizin dayandığı DİSK-AR araştırmasının titizlikle oluşturulmuş metodolojik çerçevesine dayanmaktadır. Araştırmanın bilimsel altyapısı, elde edilen sonuçların doğru yorumlanması ve genellenebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu bölüm, araştırmanın künyesini ve metodolojik detaylarını özetleyerek bulguların dayandığı temeli ortaya koymaktadır.

Araştırmanın metodolojik özellikleri aşağıda özetlenmiştir:

• Yürütücü Kurumlar: Araştırma, DİSK Araştırma Merkezi (DİSK-AR) tarafından planlanmış, saha çalışması IPSOS Sosyal Araştırmalar Enstitüsü tarafından yürütülmüştür.

• Saha Çalışması Tarihi: Veri toplama süreci, 29 Eylül - 23 Kasım 2017 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir.

• Örneklem Büyüklüğü: Raporun analizleri, kamu görevlileri (memurlar) hariç tutularak belirlenen 1924 ücretli çalışandan elde edilen verilere dayanmaktadır.

• Evren: Araştırmanın evrenini, Türkiye'de 15 yaş ve üzerindeki tüm işçiler oluşturmaktadır.

• Coğrafi Kapsam: Örneklem, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (İBBS) 1 düzeyindeki 12 bölgeyi ve bu bölgelerdeki 30 ili temsil edecek şekilde tasarlanmıştır.

• Veri Toplama Yöntemi: Veriler, anketörler tarafından tablet kullanılarak yüz yüze görüşme tekniğiyle (CAPI - Computer Assisted Personal Interviewing) toplanmıştır.

• Hata Payı: Araştırma, yaklaşık olarak %95 güven düzeyinde +/- 2,2 hata payına sahiptir.

Bu metodolojik temeller ışığında, araştırmadan elde edilen verilerle çizilen Türkiye işçi sınıfının sosyo-demografik portresinin incelenmesine geçilebiliriz.

3.0 Türkiye İşçi Sınıfının Sosyo-Demografik Portresi

Bu bölümde, Türkiye'deki işçi sınıfının demografik yapısı ve temel yaşam koşullarına ilişkin temel veriler analiz edilmektedir. Hane yapısı, barınma koşulları ve gelir durumu gibi göstergeler, işçilerin ekonomik ve sosyal gerçekliğini anlamak için temel bir zemin oluşturmaktadır. Sonraki bölümlerde incelenecek olan çalışma koşulları, memnuniyet düzeyleri ve kanaatler, bu temel zemin üzerinde şekillenmektedir.

Hane Yapısı ve Aile Büyüklüğü

Araştırma bulgularına göre, işçi hanelerinin ortalama büyüklüğü 3,54 kişidir. Bu oran, Türkiye genelindeki 3,4'lük ortalama hanehalkı büyüklüğü ile paralellik göstermektedir. Hanede çalışan sayısı ise ortalama 2,49 olarak tespit edilmiştir. Bu durum, özellikle kentsel alanlarda tek gelirli aile modelinden çok gelirli modellere doğru bir geçişin yaşandığına işaret etmektedir. İşçi ailelerin geçimi için aile bireylerinden 2-3 kişinin (ebeveynlerin her iki ve bazen bir çocuk daha) çalışması gerekmektedir.

Ancak bu ortalamalar, bölgesel farklılıklar incelendiğinde önemli ölçüde değişmektedir. Özellikle Doğu bölgelerinde ortalama hane büyüklüğü 4,6 kişiye yükselirken, hanedeki istihdam oranı genel ortalamanın (%70) oldukça altına düşerek %56'da kalmaktadır. Daha kalabalık hanelerde daha az sayıda kişinin çalışması, bu bölgelerdeki işçi haneleri üzerinde ciddi bir ekonomik baskı yaratmaktadır. Araştırmaya katılan işçilerin %35,6'sı çocuk sahibi olduğunu belirtmiş olup, çocuk sahibi olanlar arasındaki ortalama çocuk sayısı ise 2,05'tir.

Konut Sahipliği ve Barınma Koşulları

Barınma, işçi hanelerinin en temel yaşam maliyetlerinden birini oluşturmaktadır ve konut sahipliği oranı, ekonomik güvencenin önemli bir göstergesidir. Araştırma, işçilerin önemli bir barınma kriziyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. İşçilerin %56’sı konut sahibi değilken, bu oran Türkiye genel ortalaması olan %41’in oldukça üzerindedir.

Bu tablonun en çarpıcı sonucu ise kiracı oranlarındaki makastır. Türkiye genelinde kiracı oranı %24,4 iken, işçiler arasında bu oran iki katından fazlasına çıkarak %53,5’e ulaşmaktadır. Bu durum, ücret gelirinin önemli bir kısmının barınma maliyetlerine ayrılması anlamına gelmekte ve işçi hanelerinin ekonomik sefaletini artırmaktadır. Düşük gelir gruplarında konut sahipliği oranlarının daha da gerilemesi, barınma krizinin sınıfsal bir nitelik taşıdığını açıkça göstermektedir.

Ücret ve Gelir Durumu

2017 yılı verilerine göre işçilerin aylık net gelir dağılımı, sınıfın karşılaştığı ekonomik zorlukların boyutunu ortaya koymaktadır. Araştırma bulgularına göre, işçilerin %28,9’u 1400 TL’den daha az ücret alırken, %22,9’u 1401-2000 TL arasında ücret almaktadır. Bu veriler, 2017 yılı için net 1.404 TL olarak belirlenen asgari ücret düşünüldüğünde, işçilerin dörtte birinden fazlasının asgari ücretin dahi altında bir gelirle yaşamak zorunda kaldığını göstermektedir. İşçilerin yarısından fazlasının (%51,8) 2000 TL'nin altında bir gelirle geçinmesi, dönemin açlık ve yoksulluk sınırları verileriyle birleştiğinde, büyük bir çoğunluğun temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorlandığı, kalıcı bir ekonomik sefalet içinde olduğu sonucunu doğurmaktadır.

İşçilerin demografik ve temel yaşam koşulları portresini çizdikten sonra, şimdi bu koşulların şekillendiği çalışma hayatının somut dinamiklerine ve istihdam gerçeklerine odaklanabiliriz.

4.0 Çalışma Koşulları ve İstihdam Gerçekleri

Bu bölümde, Türkiye işçi sınıfının karşılaştığı somut çalışma koşulları mercek altına alınmaktadır. İstihdam türlerinden sosyal güvenceye, iş bulma kanallarından işyerinde yaşanan ayrımcılığa kadar geniş bir yelpazede sunulan veriler, işçilerin günlük hayatını ve gelecek kaygılarını doğrudan etkileyen yapısal sorunları gözler önüne sermektedir. Bu bulgular, emek piyasasının güvencesizlik ve enformellik üzerine kurulu yapısını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

İstihdam Türü ve Güvence Durumu

Araştırma, istihdam güvencesi konusunda çelişkili bir tablo sunmaktadır. İşçilerin %79,7'si kendisini "düzenli/kadrolu" bir işte çalışıyor olarak tanımlasa da, bu tanımın tek başına güvence anlamına gelmediği açıktır. Nitekim, işçilerin %20,4'ü "düzensiz, geçici, taşeron veya kiralık işçi" gibi doğrudan eğreti istihdam biçimlerinde çalıştığını belirtmektedir. Bu durum, kadrolu çalışmanın dahi iş güvencesi sağlamadığı, güvencesizliğin çalışma yaşamının geneline yayılan bir norm haline geldiğini göstermektedir.

Sosyal güvenceye erişim de benzer bir soruna işaret etmektedir. İşçilerin %79,9'u işyerinde sigortalı olarak çalıştığını belirtse de, sigortasızlık belirli gruplar için kronik bir sorundur:

• Genç işçiler (15-19 yaş): Bu yaş grubunda sigortasız çalışma oranı %40,6'ya ulaşarak endişe verici bir boyuta ulaşmaktadır.

• Doğu bölgeleri: Bu bölgelerde sigortalı çalışma oranı %57,2'ye kadar düşmekte, bu da kayıt dışılığın coğrafi bir yoğunlaşma gösterdiğini ortaya koymaktadır.

İş Bulma Kanalları

İş bulma sürecinde kullanılan yöntemler, işgücü piyasasının ne kadar formel veya enformel mekanizmalarla işlediğini gösterir. Araştırma sonuçları, enformel ağların ezici üstünlüğünü ortaya koymaktadır. İşçilerin %54,1'i işlerini "arkadaşlar, tanıdıklar" aracılığıyla bulduğunu belirtmiştir. Buna karşılık, kamu istihdam kurumu olan İŞKUR'un rolü %5,3 gibi oldukça sınırlı bir oranda kalmıştır. Bu tablo, işgücü piyasasında liyakat ve kurumsal mekanizmalar yerine kişisel ilişkiler ağının (bunun içerisinde cemaat türü çıkar örgütleri de bulunmaktadır) belirleyici olduğuna işaret etmektedir.

Sektörel ve Mesleki Yoğunlaşma

İşçilerin en yoğun olarak istihdam edildiği faaliyet alanları sırasıyla; imalat (%21,5), toptan ve perakende ticaret (%10,6) ve konaklama ve yiyecek hizmetleri (%8,2) sektörleridir. Mesleki dağılım ise eğitim düzeyiyle yakından ilişkilidir:

• Lise altı eğitimliler: "Zanaatkarlar ve ilgili işlerde çalışanlar" ile "nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlar" gruplarında yoğunlaşmaktadır.

• Yüksek öğrenimliler: "Profesyonel meslek mensupları" ile "teknisyen, tekniker ve yardımcı profesyonel meslek mensupları" gruplarında yer almaktadır.

Bu ayrışma, eğitim düzeyinin işçilerin mesleki hiyerarşideki yerini belirlemede kritik bir rol oynadığını göstermektedir.

İşyerinde Ayrımcılık Deneyimleri

İşyerinde ayrımcılık, çalışma barışını ve işçilerin psikolojik sağlığını tehdit eden önemli bir sorundur. Araştırma, işçilerin en sık maruz kaldığı ayrımcılık türlerini şöyle sıralamaktadır:

• Siyasi görüş ve düşünce: %14,0

• Etnik köken/din/mezhep/inanç: %13,2

• Cinsiyet: %9,7

Ayrımcılık deneyimleri yaş gruplarına göre farklılaşmaktadır. Genç işçiler arasında "yaş" ayrımcılığı öne çıkarken, 35-54 yaş grubunda en yaygın ayrımcılık nedeni olarak "siyasi görüş" belirtilmiştir. Bu bulgular, işyerlerinin farklı kimlik ve görüşlere karşı hoşgörü düzeyinin düşük olduğunu ve bunun işçiler üzerinde bir baskı unsuru oluşturduğunu göstermektedir.

İşçilerin fiili çalışma koşullarını detaylandırdıktan sonra, bu koşulların onların iş memnuniyeti, gelecek algıları ve genel kanaatleri üzerindeki yansımalarının inceleneceği sonraki bölüme geçebiliriz.

5.0 İş Memnuniyeti, Kaygılar ve Beklentiler

Bu bölümde, önceki bölümde ele alınan somut çalışma koşullarının, işçilerin psikolojik ve öznel deneyimlerine nasıl yansıdığı analiz edilmektedir. İşten duyulan memnuniyet, memnuniyetsizliğin gerekçeleri ve işçilerin temel kaygıları, onların sadece ekonomik değil, aynı zamanda ruhsal durumlarını ve geleceğe bakışlarını anlamak için kritik göstergeler sunmaktadır. Bu veriler, işçi sınıfının günlük yaşamındaki gerilimleri ve beklentileri ortaya koymaktadır.

Genel İş Memnuniyeti

Araştırma sonuçları, ilk bakışta çelişkili bir tablo sunmaktadır. İşçilerin %76,9'u genel olarak işinden memnun olduğunu belirtmektedir. Ancak bu yüksek oran, daha spesifik konulardaki düşük memnuniyetle belirgin bir tezat oluşturmaktadır. Örneğin, ücretten memnuniyet oranı %54'e, çalışma saatlerinden memnuniyet oranı ise %58,2'ye düşmektedir. Bu çelişki, genel memnuniyetin "kötünün iyisi" olarak nitelendirilebilecek bir durumu yansıttığını göstermektedir. Raporun da işaret ettiği gibi, "işsizliğin yoğun olduğu bir ortamda iş bulmuş olmak başlı başına bir memnuniyet kaynağıdır." (“Buna da şükür” düşüncesi bu ortamda yeşermektedir). Dolayısıyla, bu genel memnuniyet, somut koşulların olumlu olmasından ziyade, yüksek işsizlik tehdidi altında bir işe sahip olmanın getirdiği göreli bir tatmin olarak yorumlanmalıdır.

Memnuniyetsizliğin Temel Nedenleri

İşlerinden memnun olmayan işçilere bunun nedenleri sorulduğunda, ekonomik sorunların ezici bir üstünlüğe sahip olduğu görülmektedir. İşten memnun olmamanın en başta gelen gerekçesi, %78,5 ile "düşük ücret"tir. Ücret sorunu, işçi sınıfının en temel ve yaygın sorun alanı olmaya devam etmektedir. Düşük ücreti takip eden diğer önemli memnuniyetsizlik nedenleri ise "uzun çalışma saatleri", "iş güvencesinin olmaması/işi kaybetme endişesi" ve "işçi sağlığı ve güvenliğinin yetersiz olması" gibi çalışma yaşamının temel yapısal sorunlarıdır.

Temel Kaygılar ve Tutumlar

İşçilerin çalışma yaşamına dair temel kanaatleri ve kaygıları, onların kırılganlığını ve gelecek beklentilerini ortaya koymaktadır:

• İş Kaybetme Korkusu: "Her an işimi kaybetme korkusu yaşıyorum" ifadesine katılanların oranı %50,5 gibi endişe verici bir düzeydedir. Bu korku, iş güvencesinin ne kadar zayıf olduğunun en net göstergesidir. Korku, özellikle güvencesiz koşullarda çalışanlarda daha da yoğunlaşmaktadır; sigortasız işçilerde bu oran %57,6'ya, sendikasız işçilerde ise %52,9'a çıkmaktadır.

• İş-Yaşam Dengesi: İşçilerin %42,4'ü "işim nedeniyle aileme ve kendime yeteri kadar zaman ayıramıyorum" ifadesine katıldığını belirtmektedir. Bu bulgu, uzun ve düzensiz çalışma saatlerinin işçilerin sosyal ve aile yaşamını olumsuz etkilediğini, iş-yaşam dengesinin kurulamadığını göstermektedir.

• Girişimcilik İsteği: "Yakın gelecekte kendi işimi kurmak istiyorum" diyen işçilerin oranının %43 olması, ücretli çalışmanın getirdiği tatminsizlik ve güvencesizliğe karşı bir alternatif arayışının ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Bu durum, mevcut çalışma koşullarından bir kaçış arzusunu yansıtmaktadır.

İşçilerin bireysel memnuniyet ve kaygılarını inceledikten sonra, kolektif bir mekanizma olan sendikalara ve sendikal haklara bakış açılarının ele alınacağı bir sonraki bölüme geçiş yapabiliriz.

6.0 Sendikalaşma ve Sendikal Haklara Bakış

Bu bölümde, işçi sınıfının kolektif örgütlenme ve hak arama mekanizmalarıyla olan ilişkisi incelenmektedir. Sendikalaşma oranları, sendikalara yönelik algılar ve temel sendikal hakların önemine dair tutumlar, işçilerin kolektif eylem potansiyeli, hak bilinci ve örgütlenmenin önündeki engeller hakkında önemli ipuçları sunmaktadır. Bu analiz, işçilerin bireysel kaygılarının ötesinde, kolektif çözümlere ne ölçüde yaklaştıklarını anlamamızı sağlamaktadır.

Sendikalaşma Durumu ve Üye Olmama Gerekçeleri

Araştırma, Türkiye'de sendikalaşma oranlarının genel olarak düşük olduğunu teyit etmektedir. Sendikaya üye olmayan işçilere bunun nedenleri sorulduğunda, örgütlenmenin önündeki hem yapısal hem de bireysel engeller açıkça görülmektedir. En sık belirtilen gerekçeler şunlardır:

• "İşyerinde sendika olmaması": Bu yanıt, sendikal örgütlenmenin işyerlerine ulaşmadaki yapısal zorluklarını göstermektedir.

• "Gerek duymama": İşçilerin bir kısmının sendikaların rolünü ve faydasını görmediğini veya sendikalara karşı bir ilgisizlik içinde olduğunu ortaya koymaktadır.

• "Patrondan çekinme": Bu gerekçe, sendikalaşmanın önündeki en önemli engellerden biri olan patron baskısı ve işini kaybetme korkusunun varlığını doğrulamaktadır.

Sendikal Haklara İlişkin Bilinç Düzeyi

Araştırmanın en dikkat çekici bulgularından biri, temel sendikal haklara ilişkin bilinç düzeyinin zayıflığıdır. Sendikaya üye olma, toplu iş sözleşmesi yapma ve grev hakkını "çok önemli" olarak değerlendirenlerin oranı %20'nin altında kalmaktadır. Daha da endişe verici olan, işçilerin yaklaşık dörtte birinin bu temel hakları "önemsiz" veya "hiç önemli değil" olarak görmesidir. Bu durum, hak bilincindeki erozyona ve kolektif mücadele kültüründeki zayıflamaya işaret etmektedir.

Sendikaların Performansına Yönelik Algılar

İşçilerin sendikaların performansına yönelik değerlendirmeleri, beklentileri ve eleştirileri hakkında önemli veriler sunmaktadır. İşçiler, sendikaları en yetersiz buldukları alanları şöyle sıralamaktadır:

• "Siyasi iktidarın politikaları üzerinde etkili olmak" (%45,2 yetersiz)

• "Çalışanların daha iyi ücret almaları" (%46 yetersiz)

Bu bulgular, işçilerin sendikalardan hem makro politikalar düzeyinde hem de temel ekonomik kazanımlar konusunda daha etkin bir rol beklediğini göstermektedir. Buna karşılık, sendikaların en başarılı bulunduğu alanlar ise "işçi sağlığı ve güvenliği" ve "iş güvencesini güçlendirmek" olmuştur. Bu algı, sendikaların koruyucu ve güvence sağlayıcı işlevlerinin işçiler tarafından daha fazla takdir edildiğini, ancak temel ekonomik ve politik etki alanlarında zayıf kaldıklarının düşünüldüğünü ortaya koymaktadır.

İşçilerin kolektif örgütlenme ile ilişkisini analiz ettikten sonra, kendilerini toplumsal yapıda nasıl konumlandırdıklarını ve sınıf aidiyeti duygularını inceleyen bölüme geçilebiliriz.

7.0 Toplumsal Sınıf Aidiyeti ve Sınıf Bilinci

Bu bölümde, raporun en kritik bulgularından biri olan işçi sınıfının sınıf aidiyeti ve bilinci analiz edilmektedir. İşçilerin kendilerini toplumsal sınıflar hiyerarşisinde nasıl gördükleri, hangi sınıfa ait hissettikleri ve bu aidiyeti nasıl tanımladıkları, onların sosyal ve politik tutumlarını anlamak için temel bir göstergedir. Bulgular, sınıf kimliğinin karmaşık, zayıf ve çelişkili bir yapı sergilediğini ortaya koymaktadır.

Sınıf Aidiyeti Duygusu

"Kendinizi herhangi bir toplumsal sınıfa ait hissediyor musunuz?" sorusuna verilen yanıtlar, sınıf kimliğinin ne kadar zayıf olduğunun altını çizmektedir. İşçilerin sadece %37'si bir toplumsal sınıfa ait olduğunu hissederken, eşit oranda (%37) bir kesim herhangi bir sınıfa ait hissetmediğini belirtmiştir. Geriye kalan %26'lık kesim ise bu konuda fikrinin olmadığını veya cevap vermediğini ifade etmiştir. Bu tablo, işçilerin yarısından fazlasının kendisini belirli bir sınıf kimliği içinde tanımlamadığını, bu durumun da sınıf bilincinin ve farkındalığının düşük olduğuna işaret ettiğini göstermektedir.

Kendini Tanımlama Biçimleri

Kendisini bir toplumsal sınıfa ait hissedenler arasında dahi, "işçi sınıfı" kimliği baskın değildir. Bu gruptaki işçilerin %42,5'i kendini "işçi sınıfı" olarak tanımlarken, %36'sı "orta sınıf" olarak tanımlamıştır. "İşçi" olarak çalışan bireylerin dahi kendilerini "orta sınıf" olarak tanımlama eğilimi, "işçi" kimliğinin benimsenmesindeki tereddütleri ve orta sınıfa yönelik aspirasyonel (özentiye dayalı) bir yönelimi ortaya koymaktadır. Bu durum, "işçi" kelimesine atfedilen olumsuz anlamlardan kaçınma ve daha yüksek bir sosyal statü arayışıyla açıklanabilir.

Sınıf/Katman Aidiyeti

İşçilere doğrudan seçenekler ("üst sınıf", "orta sınıf", "işçi sınıfı", "alt sınıf") sunulduğunda, tablo daha da netleşmektedir. Bu durumda "işçi sınıfı" (%36,7) ve "orta sınıf" (%37,3) yanıtları neredeyse başa baş çıkmıştır. Bu bulgu, nesnel olarak işçi sınıfına mensup olan önemli bir kesimin, öznel olarak kendisini orta sınıfta konumlandırdığını doğrulamaktadır.

Sınıf algısının ekonomik koşullarla ne kadar yakından ilişkili olduğu da açıkça görülmektedir. Aylık ücret arttıkça, kendini "orta/üst sınıf" olarak tanımlayanların oranı (%51,6'ya kadar) artarken, "işçi/alt sınıf" olarak tanımlayanların oranı (%30,5'e kadar) azalmaktadır. Bu durum, sınıf aidiyeti üretim ilişkilerindeki konumla belirlense de, gelir düzeyi ve yaşam tarzı gibi faktörlerin aidiyet hissini ve bilincini şekillendirmede önemli olduğunu göstermektedir.

Sınıf aidiyeti ve aidiyet hissine dair tabloyu sunduktan sonra, sınıf içi önemli bir farklılaşma ekseni olan toplumsal cinsiyetin çalışma yaşamındaki rolünün ve etkilerinin inceleneceği bölüme geçebiliriz.

8.0 Çalışma Yaşamında Toplumsal Cinsiyet Dinamikleri

Bu bölümde, işçi sınıfı içindeki toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve kadın işçilerin özgün deneyimleri analiz edilmektedir. Aile modelindeki dönüşümden ücret farkına, mesleki ayrışmadan sendikal katılıma kadar birçok alanda kadın ve erkek işçiler arasındaki farklılıkları ortaya koymak, sınıfın homojen bir yapı olmadığını ve içsel farklılaşmalar barındırdığını göstermektedir. Bu analiz, sınıfın bütüncül bir resmini çizmek için toplumsal cinsiyet perspektifinin zorunluluğunu vurgulamaktadır.

Aile Modelindeki Dönüşüm

Araştırmanın en çarpıcı ve önemli sonuçlarından biri, Türkiye işçi sınıfı ailesinde yaşanan yapısal dönüşümdür. Geleneksel olarak erkeğin ailenin tek geçindiricisi olduğu modelden, her iki ebeveynin de çalıştığı "çift gelirli" (dual-earner) aile modeline doğru belirgin bir geçiş yaşanmaktadır. Bu dönüşümün en somut kanıtı, işçi hanelerinde ortalama 2,5 kişinin çalışıyor olmasıdır.

Kadın ve Erkek İşçilerin Profillerinin Karşılaştırılması

Kadın ve erkek işçilerin profilleri karşılaştırıldığında, toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler net bir şekilde görülmektedir:

Kriter

Kadın İşçi

Erkek İşçi

Analiz

Eğitim Seviyesi

Daha yüksek

Daha düşük

Kadınların eğitim seviyeleri daha yüksek olmasına rağmen...

Vasıflarına Uygun İş

%23'ü vasfına uygun olmadığını düşünüyor

%11'i vasfına uygun olmadığını düşünüyor

...eğitimlerine uymayan işlerde çalışma oranları erkeklerin iki katından fazladır.

Mesleki Yoğunlaşma

Hizmet ve satış elemanı (%33,5), büro hizmetleri (%15,3)

Zanaatkarlar, tesis/makine operatörleri

Kadınlar "kadın işi" olarak görülen, genellikle daha güvencesiz ve düşük ücretli hizmet sektörlerinde yoğunlaşmaktadır.

Sendikalaşma

Daha düşük

Daha yüksek

Kadınların istihdam biçimleri ve ailevi sorumlulukları gibi nedenlerle sendikal süreçlere katılımı daha sınırlıdır.

Cinsiyete Dayalı Ayrımcılık ve Ücret Farkı

Kadın işçilerin maruz kaldığı ayrımcılık, çalışma yaşamındaki eşitsizliğin en somut yüzünü oluşturmaktadır. Kadın işçilerin %13,7'si doğrudan cinsiyetlerine dayalı ayrımcılık yaşadığını belirtmiştir. Bu orana medeni durum ve çocuk sahibi olma gibi faktörlere dayalı ayrımcılıklar da eklendiğinde, her dört kadın işçiden birinin cinsiyet temelli bir ayrımcılığa maruz kaldığı görülmektedir.

Ücret eşitsizliği de bu ayrımcılığın bir diğer boyutudur. Kadınların %13,6'sı, aynı işi yaptıkları erkek meslektaşlarından daha düşük ücret aldıklarını ifade etmiştir. Bu durum, "eşit işe eşit ücret" ilkesinin pratikte ne kadar yaygın bir şekilde ihlal edildiğinin ve cinsiyete dayalı ücret farkının bir mit değil, somut bir gerçeklik olduğunun kanıtıdır.

Çalışma hayatının zorluklarını ve dinamiklerini inceledikten sonra, işçilerin iş dışı zamanlarını nasıl geçirdiklerini ve sosyal yaşam pratiklerini ele alan son bölüme geçiş yapabiliriz.

9.0 İş Dışında Yaşam: Sosyal ve Kültürel Faaliyetler

Bu bölümde, işçilerin çalışma saatleri dışındaki yaşamlarına odaklanılarak, sosyo-kültürel profilleri tamamlanmaktadır. İş dışı zamanın nasıl değerlendirildiği, hangi sosyal faaliyetlere ne sıklıkla katılım gösterildiği gibi veriler, işçilerin yeniden üretim süreçleri, dinlenme biçimleri ve kültürel birikimleri hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. Bulgular, uzun çalışma saatleri ve düşük gelirlerin sosyal yaşama katılımı ciddi şekilde kısıtladığını ortaya koymaktadır.

Sosyal Faaliyet Tercihleri

Araştırma sonuçlarına göre, işçilerin en sık gerçekleştirdiği sosyal faaliyetler, genellikle pasif, düşük maliyetli ve ev merkezli aktivitelerdir. Bu durum, işçilerin sosyal yaşam pratiklerinin ekonomik ve zamansal kısıtlarla şekillendiğini göstermektedir:

• En Sık Yapılan Faaliyetler: Listenin başında "televizyon izleme" (%50 sık sık) ve "sosyal medyada zaman geçirme" (%44 sık sık) yer almaktadır. Bu faaliyetler, erişimi kolay ve maliyetsiz olmaları nedeniyle öne çıkmaktadır.

• En Nadir Yapılan Faaliyetler: Buna karşılık, aktif katılım ve kültürel birikim gerektiren faaliyetlerin yapılma sıklığı oldukça düşüktür. "Kitap okuma" (%8 sık sık) ve "sinema, tiyatro, konser gibi sanatsal faaliyetlere katılma" (%7 sık sık) gibi aktiviteler, işçilerin büyük bir çoğunluğu için nadiren gerçekleştirilen veya hiç yapılmayan faaliyetler arasında kalmaktadır.

Bu tablo, uzun ve yorucu çalışma saatlerinin ardından işçilerin dinlenmek ve yeniden enerji toplamak için daha pasif yöntemlere yöneldiğini göstermektedir. Aynı zamanda, düşük ücretler, kültürel ve sanatsal etkinliklere katılımın önünde önemli bir ekonomik engel teşkil etmektedir.

Spor Taraftarlığı

Sosyal kimliğin önemli bir parçası olarak futbol takımı taraftarlığı, işçiler arasında oldukça yaygındır. En çok desteklenen takımlar sırasıyla Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş'tır. Bu üç büyük takım, işçilerin büyük çoğunluğunun taraftarlık kimliğini oluşturmaktadır. Taraftarlık tercihleri, İstanbul, Ege, Marmara gibi farklı bölgelere göre anlamlı farklılıklar göstermekte ve yerel kimliklerle iç içe geçmektedir.

İşçilerin sosyal yaşam pratiklerini de ele alarak genel portreyi tamamladıktan sonra, tüm bu bulguları bir araya getirerek sentezleyen sonuç bölümüne geçilebiliriz.

10.0 Sonuç ve Sentez

Bu rapor, DİSK-AR tarafından 2017 yılında gerçekleştirilen kapsamlı alan araştırmasının verilerine dayanarak Türkiye işçi sınıfının sosyo-ekonomik durumu, çalışma koşulları ve temel eğilimleri üzerine bütüncül bir analiz sunmuştur. Araştırma bulguları, 2017 itibarıyla Türkiye işçi sınıfının çelişkili bir tablo sergilediğini ortaya koymaktadır. Bir yanda, yüksek işsizlik tehdidi altında, düşük ücretli, güvencesiz ve uzun çalışma saatlerine dayalı ağır koşullarda bir varoluş mücadelesi verirken; diğer yanda zayıf bir sınıf bilinci, düşük bir kolektif örgütlülük düzeyi ve sendikal haklara karşı mesafeli bir duruş sergilemektedir. Bu tablo, ekonomik yoksulluğun/kırılganlığın ve güvencesizliğin, kolektif bir hak arama bilincine dönüşmek yerine bireysel kaygıları ve hayatta kalma stratejilerini derinleştirdiğini göstermektedir.

Raporun temel bulguları aşağıdaki gibi özetlenebilir:

1. Ekonomik Sefalet ve Barınma Krizi: İşçilerin yarıdan fazlasının (%53,5) kiracı olması ve %56’sının konut sahibi olmaması, barınmanın sınıfsal bir krize dönüştüğünü göstermektedir. Düşük ücretler, haneler üzerinde kalıcı bir ekonomik baskı yaratarak temel yaşam koşullarını zorlaştırmaktadır.

2. Güvencesizliğin Normalleşmesi: İşçilerin yarısından fazlasının her an işini kaybetme korkusu yaşaması, güvencesizliğin istisnai bir durum olmaktan çıkıp çalışma yaşamının temel bir karakteristiği haline geldiğini kanıtlamaktadır. Her beş işçiden birinin doğrudan eğreti (geçici, taşeron vb.) işlerde çalışması ve "kadrolu" statüsünün dahi tek başına güvence sağlamaması bu durumu pekiştirmektedir.

3. Zayıf Sınıf Bilinci ve Kolektif Örgütlenme: İşçilerin önemli bir kısmının kendisini herhangi bir toplumsal sınıfa ait hissetmemesi ve kendini tanımlarken "işçi sınıfı" kimliği yerine "orta sınıf" kimliğine yönelmesi, sınıf bilincindeki zayıflığı ortaya koymaktadır. Buna paralel olarak sendikalaşma oranlarının düşüklüğü ve temel sendikal haklara yönelik farkındalığın zayıflığı, kolektif örgütlenmenin önündeki ciddi engellere işaret etmektedir.

4. Derinleşen Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlikleri: Kadın işçiler, erkeklere göre daha yüksek eğitim seviyesine sahip olmalarına rağmen, vasıflarına uygun olmayan, daha düşük ücretli ve güvencesiz işlerde yoğunlaşmaktadır. Yaygın ayrımcılık deneyimleri ve eşit işe rağmen devam eden ücret farkı, çalışma yaşamındaki cinsiyet eşitsizliklerinin ne kadar derin ve yapısal olduğunu göstermektedir.

5. Değişen Aile Yapısı: Geleneksel tek erkeğin geçindirdiği aile modelinden, her iki ebeveynin de çalıştığı "çift gelirli" modele geçiş, araştırmanın en önemli sosyolojik bulgularından biridir. Marx’ın zamanında belirttiği gibi, emek gücü metasının fiyatı (ücreti), değerinin altına doğru baskılandığından her iki ebeveyn çalıştığında işçi ailesinin kendini yeniden üretmesi ancak/zar zor gerçekleşebilmektedir.

Bu verilerin, Türkiye ekonomisini derinden sarsan 2018 krizi öncesi bir döneme ait olduğu unutulmamalıdır. Kriz sonrası artan işsizlik, enflasyon ve alım gücündeki düşüş göz önüne alındığında, raporda çizilen tablonun mevcut durumda daha da zorlaşmış olabileceğini öngörmek mümkündür.

11.0 Ne Yapmalı? Sahadan Örgütlenmeye: "Hareket" Modeli

DİSK-AR raporunun sunduğu veriler, Türkiye işçi sınıfının sadece ekonomik bir yıkım içinde olmadığını, aynı zamanda derin bir sosyalleşme ve aidiyet krizi yaşadığını göstermektedir. İşçiler kendilerini bir sınıfa ait hissetmemekte, zamanlarını televizyon başında pasifize olarak geçirmekte (%50) ve iş bulmak için enformel (arkadaş/tanıdık) ağlara muhtaç kalmaktadır. Bu tablo karşısında klasik "ajitasyon-propaganda" yöntemleri (bildiri dağıtımı, didaktik çağrılar) duvara çarpmaktadır. Çözüm, işçiye dışarıdan yaklaşan bir "öğretmen" gibi değil, yaşamın içinde saf tutan bir "yoldaş/arkadaş" gibi yaklaşan organik bir hareket modeli inşasından geçmektedir.

A. İşyerinde "Sempatik" Örgütlenme ve Arkadaşlık Hukuku

Sendikal hak bilincinin %20’lerin altında olduğu bir iklimde, sendikaya ya da öncü partiye örgütlenme süreci profesyonel bir üyelik çağrısından önce arkadaşlık hukuku üzerine kurulmalıdır. İşçi, kendisine direkt bir "ideoloji" sunan siyasi bir figür değil, dertleşebildiği, ortak hobiler geliştirebildiği ve güven duyduğu bir çalışma arkadaşı görmelidir. Ortak meşgaleler, basit ama sürekliliği olan kültürel paylaşımlar, işyerindeki monotonluğu, zorlukları, ezilmişliği ve baskıyı dağıtacak olan o ilk "insani" barajı yıkacaktır.

B. Mahalle Merkezli "Yaşam Alanları" ve Sosyalleşme Araçları

İşyerinde baskı ve korku, imkânsızlık nedeniyle geliştirilemeyen ilişkiler, mahalle ölçeğinde kurulacak alternatif mekanlarla telafi edilmelidir. Bu mekanlar; soğuk birer parti bürosu değil, işçi ailelerinin tüm bireyleriyle (kadın, genç, çocuk) dahil olabileceği canlı merkezler olmalıdır.

  • Spor ve Yaratıcı Yarışmanın Kolektif Gücü: Mahalleler arası futbol turnuvaları, stratejik düşünmeyi teşvik eden satranç yarışmaları ve dayanışmayı güçlendiren spor etkinlikleri düzenlenmelidir. Bu, işçiyi pasif izleyici konumundan çıkarıp aktif bir aktör haline getirir.
  • Kültürel Üretim ve Sanat: İşçilerin %90’ından fazlasının sanatsal faaliyetlere katılamadığı gerçeği karşısında; mahalle bazlı işçi koroları, halk dansları ekipleri ve tiyatro toplulukları kurulmalıdır. Birlikte türkü söylemek, "birlikte gazel okumanın" en somut halidir.
  • Yöresel Festivaller ve Mutfak: İşçi sınıfının geldiği yerel kökleri dışlamak yerine, bu kökleri sınıfsal bir potada eriten yöresel festivaller, kolektif mutfaklar ve dayanışma yemekleri organize edilmelidir. Bu etkinlikler, "biz" duygusunu inşa eder.

C. "Birlikte Gazel Okumak": Dışarıdan Değil, İçeriden

İşçiye bir bildiri uzatıp "bunu oku ve bize katıl" demek, mesafeyi koruyan ve hiyerarşi kuran bir tutumdur. Oysa ihtiyaç duyulan şey, işçinin yaşadığı hayatı onunla birlikte teneffüs etmektir.

  • Didaktizmden Uzak Durmak: "Biz biliyoruz, sana öğreteceğiz" üstten bakışı reddedilmelidir. İşçinin günlük meşgalelerine, sevinçlerine ve hobilerine samimiyetle ortak olunmalı; birlikte eğlenilmeli, birlikte üretilmelidir.
  • Hariçten Gazel Okumamak: Siyasi sloganların soğukluğu yerine, hayatın sıcaklığı içinde bir karşı-hegemonya inşa edilmelidir. İşçi, sosyalistlerin kurduğu o atmosferde (bir satranç masasında, bir koro provasında veya bir festival hazırlığında) kendini daha değerli, daha bilgili ve daha "insan" hissettiğinde, sınıf bilinci de bu kültürel zeminde kendiliğinden filizlenecektir.

Sonuç: Bir Çağrı Değil, Bir Atmosfer

Özetle; işçiyi "çağırmak" yerine, işçinin zaten olduğu yerde (mahallede, sokakta, kahvede, işyerinde) yeni bir yaşam tarzı ve güzel ilişkiler örgütlemek gerekmektedir. Toplumsal çürümenin ve cemaatleşmenin panzehiri de budur. Bildiri okutmaktan ziyade, birlikte aynı havayı solumak, birlikte kupa kaldırmak ve birlikte türkü söylemek; Türkiye işçi sınıfının o "içler acısı" kuşatılmışlığını kırmamızın ilk adımlarını oluşturacak olan tek gerçek devrimci pratiktir. Bu atmosfer içerisindeki birçok işçinin zamanla öncü parti örgütlenmesine kendiliğinden katılmayı isteyeceği görülecektir. Başka bir deyişle “hareket” modeli ile “parti” modeli birbirini dışlamaz, tersine uyumla tümlenirler.

[MAR] YOUTUBE KANALI

LİDER

Karl Marx - Kapital

Kısa Sovyet Film ve Belgeseller [Türkçe]