26 Temmuz 2022 Salı

Asgari Ücret Tartışmaları

Mustafa Güney

2022 yılının ortasında yapılan zam sonucunda, asgari ücret konusu Türkiye’de yeniden gündeme geldi. Giderek artan enflasyon daha çok insanı yoksulluğa sürüklerken, asgari ücrete yapılacak zam, doğal olarak yoksullukla mücadelede insanların aklına gelen ilk araçlardan birisidir. Çalışanların içinde en az para kazananların ücret miktarını arttırmak için, ilk etapta birçok insan tarafından, onların yaşadığı yoksulluk düzeyini düşürecek bir araç olarak görülür. Ancak iktisatçılar söz konusu olduğunda asgari ücretin ekonomi açısından ne kadar faydalı olduğu konusunda uzun süredir devam eden bir tartışma vardır. Birçok iktisatçı, asgari ücretle ilgili insanların kafasında uyanan ilk izlenime katılmaz. İktisatçıların bir kısmına göre asgari ücret, enflasyon ve işsizlik yaratan ”zararlı” bir uygulamadır. Fazlaca kabul gölen görüş budur, ancak bu görüşe ciddi itirazlar da vardır. Kimi iktisatçılar, asgari ücretin bu ilk başta belirtilen “zararları”na rağmen, özellikle işçiler ve patronlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen başka politikalarla birlikte uygulandığında, kimi faydalarının olabileceğini dile getirir. Kimi çalışmalar ise, ilk başta dile getirilen “zararlar”ın aslında var olmayabileceği yönünde kanıtlar ortaya koymuştur.

Bu yazıda bu tartışmayı özetlemek ve sonunda kısaca değerlendirmek istiyorum. Her zamanki gibi yazının altında kendi düşüncelerini yazmak isteyen okurlarım olursa, bu yorumları okumak beni mutlu eder.


Asgari ücretle ilgili tartışmaların başlangıcı, 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başında yaşamış iktisatçıların, işçilerin ücretlerinin serbestçe belirlendiği bir ekonomik sistemde ne olacağına ilişkin öngörüsüdür. Adam Smith, David Ricardo, Malthus gibi iktisatçılar için işçiler, aralarındaki üretkenlik ve ekonomik sistemde üstlendikleri rol açısından birbirinden farkı olmayan insanlardı (Smith, 1776; Ricardo, 1821; Malthus, 1798). Görece daha yüksek maaş alan ve günümüzde vasıflı işgücü olarak adlandırılan işçiler, bu ilk iktisatçıların analizinde bir yere sahip değildi. İşçilerin ortak özellikleri hayatta kalmak için ”emeklerini” satmaktan başka çarelerinin olmamalarıydı. Bu açıdan sahip oldukları sermayenin üzerinden para kazanan sermayedarlar ile toprak üzerinden para kazanan büyük toprak sahiplerinden ayrışıyorlardı.

İlk iktisatçılara göre, işçilerin ücreti ekonomik sistem tarafından hayatta kalmaları için gerekli olan en düşük düzeye getirilirdi. İşçilerin ücretleri bu düzeyin üstünde olduğunda işçiler daha fazla sayıda çocuğa bakabilecek ekonomik güce kavuşur, bu güce kavuştuklarında da dürtüleri ile hareket ettikleri için çok çocuk sahibi olurdu. Çocuklar büyüyüp yetişkin birer insan olduklarında iş arayan insan sayısı arttığında ücretler tekrar aşağıya düşerdi. Sonuç olarak işçiler yoksulluğa mahkumdular ve bunun nedeni de onların dürtüleri ile hareket etmesi ve kendilerini denetleyememesiydi.

Marx da tıpkı ilk iktisatçılar gibi, kapitalizmde ücretlerin hayatta kalmak için gerekli olan en düşük düzeye düşme eğiliminde olduğunu düşünüyordu (Marx, 1867). Ancak Marx’a göre bunun nedeni sermayedarların kar oranlarını koruyabilmek için ucuz işgücüne ihtiyaç duymasıydı. Marx’a göre kapitalizmin ayakta kalabilmesi için en önemli şartlardan birisi, işçilerin en azından sermayedar olamayacak kadar yoksul kalmasıydı. Ekonomik sistemin, hayatta kalmak için işgüçlerini satmak zorunda olan insanlara ihtiyacı vardı. O nedenle bu insanlar, asla kendilerine çalışmadan para kazandırabilecek kadar büyük bir servete sahip olmamalılardı ve ücretleri bu serveti biriktirmelerine izin vermeyecek kadar düşük olmalıydı. Marx’a göre ücretlerin düşük kalmasına neden olan ikinci bir etken, teknoloji geliştikçe şirketlerin üretim yaparken giderek daha çok doğrudan üretilen ürünün parçası olmayan alet, makine, kimyasal, bilgisayar ve benzer ürün kullanmasıydı. Bu durum şirketlerin işçilerine verdikleri ücret dışındaki maliyetlerini giderek arttırıyordu. Bu nedenle şirketler, kar oranlarını koruyabilmek için, işçilerin şirketin kazancından elde ettiği payı giderek azaltmak zorunda kalıyordu. Kısacası Marx’a göre kapitalist sistem, sürekli daha ucuza çalışacak işçiye ihtiyaç duyuyordu. Bu ihtiyaç kısa vadede her an hissedilmiyordu, ama uzun vaadede yeniden ve yeniden kendini gösteriyordu. 1940’larda ABD’deki ve Avrupa’daki şirketler, Dünya’nın geri kalanına açılarak, bu ihtiyacı karşılayabilmiş ve bu nedenle kendi ülkelerindeki işçilere nisbeten daha iyi bir yaşam olanağı saylayabilmiştir. Böyle olsa da, zamanla diğer ülkelerde kendileri için çalışan ucuz emek gücü yetersiz kalmış ve kendi ülkelerinde de emek gücünün değerini ucuzlatacak koşulları talep etmeye başlamışlardır (Weisskopf, 2015).

Marx kapitalizmde ücretlerin düşebileceği en son düşük nokta ile ilgili daha önceki iktisatçıların bahsetmediği ilginç bir noktaya da değinmiştir (Marx, 1867). Eskiden ailenin yetişkin erkeği evin geçimi için gereken paranın tamamını kazanmak zorundaydı. Ancak 19. yüzyılda kadın ve çocuklar giderek daha fazla fabrikalarda çalışan işgücünün parçası olmaya başlamıştı. Artık ailenin geçimi için gerekli para ailenin yetişkin kadınları ve çocukları tarafından da kazanılıyordu. Bu da örneğin dört kişilik bir ailenin fabrikada çalışan her bir üyesine ödenmesi gereken paranın, ailenin geçimi için gerekli miktarın dörtte birine düşürülmesini getiriyordu. Bir defa ücretler bu düzeye düşünce, artık sadece yetişkin erkeklerin çalışması bir aileyi geçindirmek için yeterli olmamaya başlıyordu.

Mevcut ekonomik sistemin çocuklar ve kadınları çalışmak zorunda bırakması, asgari ücretle ilgili talebin gündeme gelmesini ve çalışanlar arasında destek bulmasını sağlayan faktörlerden birisidir. 19. yüzyılda birçok ülkede işçiler ve aktivistler ücretlerin “family wage” adı verilen bir düzeye çıkarılmasını istediler (Barrett, 1980). ”Family wage” aile ücreti anlamına geliyordu. Bu düzeyde ücret alan bir erkek işçi, eşinin ve çocuklarının çalışmasınına gerek kalmadan ailesine bakacak kadar bir para kazanabilecekti. İleride “family wage” kavramının yerini, “living wage” kavramı aldı (Bennett, 2014). “Living wage”in tam karşılığı yaşam ücretidir. Yaşam ücreti, bir işçinin insanca bir yaşam sürdürebilmesi için kazanması gereken ücret düzeyi olarak tanımlanıyor. Bu ücret düzeyini belirlemek için öncelikle “insanca yaşam”ın ne olduğunu tanımlamak gerekiyor. İnsanlar beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabildiği sürece insanca yaşam düzeyine çıkmış sayılırlar mı?.. Yoksa bir insanın sağlıklı bir hayat sürebilmesi için gazete ve kitap okuma, sinemaya gitme, tatile çıkma gibi ihtiyaçları da var mıdır?.. Bu soruların cevabı farklı ülkelerin yoksulluk ve açlık sınırları olarak bilinen ve asgari ücretin belirlenmesine etki eden gelir düzeylerinin hesaplanmasında kullanılıyor.

Asgari ücrete neden ihtiyaç duyulduğunu en etkili şekilde ifade eden iktisatçılardan biri Karl Polanyi’dir. Polanyi’ye göre kapitalist bir ekonomide, şirketler üretim için ihtiyaç duydukları her şeyi istedikleri zaman satın alabilmek isterler (Polanyi, 1944). Bunun için şirketlerin ihtiyaç duydukları her şey, tıpkı bir süpermarkete gidip aldığımız ürünler gibi, bir ürüne dönüşmelidir.  Polanyi, emek gücünün ekonomik sistemde alınıp satılan diğer ürünlerden farklı olduğunu savunur. Diğer ürünler, onları üreten insanlardan bağımsızdır. Elmanın fiyatı aşırı artarsa, portakal, buğday ya da pamuk üretmek mümkündür. Ancak emek gücü ona sahip olan insanın ayrılmaz bir parçasıdır.Birçok insanın hayatta kalmak için emek gücünden başka satacak bir şeyinin olmadığı bir ekonomik sistemde, emek gücünü satan bir insan için, emek gücünün değerinin düşmesi, o insanın hayatta kalacak kadar para kazanamaması demektir. Çok sayıda insan bu durumda olduğunda bu husus, toplumun çözülmesine neden olabilecek kadar büyük bir tehlikedir. Dolayısıyla Polanyi’ye göre emek gücünün değeri, ekonomik sistem tarafından serbestçe belirlenmemelidir.

ABD’de ülke düzeyinde bir asgari ücretin belirlenmesi 1938 yılını bulmuştur. Türkiye’de ise uygulama 1951 yılında başlamıştır (Koçer, 2009). 1940’lar ile birlikte asgari ücret, yeni kurulan Dünya düzeninin kapitalist bölümündeki yeni ekonomik düzenin bir parçası olmuştur (Weisskopf, 2015). Yeni ekonomik düzen, birçok ülkede, işçilere görece yüksek ücret, görece uygun çalışma saatleri, iş güvencesi, örgütlenme özgürlüğü gibi haklar veriyor, bir yandan da ulaşım, eğitim, barınma, sağlık gibi ihtiyaçları devletin desteği ile veya bazen bizzat devlet tarafından ucuza ya da ücretsiz bir şekilde sağlayarak, işçilerin büyük bölümünün minimum bir yaşam standardına sahip olmasını getiriyordu. Asgari ücret işçilere bu imkanları veren sistemin bileşenlerinden birisiydi.

1960’larla birlikte bu yeni düzen birçok farklı boyutuyla eleştirilmeye başlanmıştır (Annunziata, 1980). Eleştirinin temelinde, yeni düzenin özellikle daha başarılı olan ve daha çok para kazanmaya hakkı olanları cezalandırdığı, ancak genel olarak tüm insanların özgürlüklerini kısıtladığı iddiası vardı. Asgari ücret de sistemin eleştirilen yanlarından birisiydi. Günümüzde iktisada giriş dersi verilen birçok kitapta asgari ücretin, sermayedarların işe almak istediği insan sayısını azaltarak işsizliğe neden olduğu yazar (Dolar, 2013). Bu işsizliğin, özellikle iş bulma şansı daha az olanları, kadınları, iş bulmakta zorlanan etnik azınlıkları, göçmen işçileri, yaşlı insanları ve gençleri etkilediğinden özellikle bahsedilir. Bu bakış açısına göre asgari ücret, zaten işi olan küçük bir azınlığa yaramaktadır. İşi olmayan ve daha düşük ücrete çalışmaya razı insanların, sermayedarlarla ”özgürce” anlaşmasını önlemektedir.

Bu kadar sıklıkla dile getirilmese de asgari ücret konusunda ifade edilebilecek bir başka eleştiri, işçilerin arasındaki ücret farkını azaltmasıdır (Lang, 1998; Wade, 2014). İşçilerin arasındaki ücret farkları bu bakış açısına göre ekonomik sistem açısından faydalıdır. Kapitalizm koşullarında, daha çok çalıştığı veya daha yetenekli olduğu ya da daha iyi eğitim aldığı için daha çok üreten işçinin ücretinin daha yüksek olması, hem onu daha üretken kalmaya hem de diğer işçileri daha üretken olmaya teşvik eder. Asgari ücret arttığında, patronlar o kadar da üretken olmayan işçilere görece daha fazla ücret vereceğinden, daha üretken işçilerine verdiği ücreti kısacak ve işletmede farklı alanlarda çalışan işçilerin ücretleri birbirine yaklaşacaktır. Bu da patronların görüş açısına göre, işçiler arasındaki rekabeti azalttığından, onların daha çok çalışma motivasyonunu yok edecektir.

Türkiye’de asgari ücretin enflasyona yol açtığı eleştirisi zaman zaman dile getirilse de, aslında bu zayıf bir eleştiridir (Wadsworth, 2010). Bu eleştirinin temelinde, kar amaçlı işletmelerin her zaman işçilere verebileceği en yüksek ücreti verip ürünleri satabileceği en düşük fiyattan sattığı varsayımı vardır. Bu durumda, ücretlerde artış olması durumunda şirketin zarar etmemesi için sattığı ürünlerin fiyatını arttırması şarttır. Bu varsayımın kendisi tartışmalıdır, fakat bu tartışmayı bir yana bırakalım ve bu varsayımın doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda bile, şirketlerin tek maliyetinin düşük ücretli çalışanlara verdiği ücret tutarları olmadığı dikkate alınmalıdır. Şirketlerin kira ve faiz ödemeleri, dışarıdan aldıkları ürünlerin bedeli, çoğu zaman düşük ücretlerden bağımsız veya bu ücretlere kısmen bağlıdır. Şirketlerin toplam maliyetinin 1000 TL’lik bölümünün 100 TL’si düşük ücretli işçilere verdiği ücretse, asgari ücretin iki katına çıkması, fiyatlara bire bir yansısa bile maliyeti yüzde 10’luk bir enflasyon yaratacak ve düşük ücretli işçiler bu durumdan avantajlı çıkacaktır.

1980’lerden başlayarak işçiler Keynezyen sermaye birikim rejiminde sahip olduğu birçok avantajı kaybetmiştir (Koçer, 2009). Asgari ücret tamamen kalkmasa da, bugünün değeri ile örneğin ABD’de 1938’de 4,81 dolar olan asgari ücret, 1968’de 12,75 dolara çıktıktan sonra 7,25 dolara kadar düşmüştür. Bu dönemde giderek artan eşitsizlikler, çoğu zaman daha çok çalışanların değil, ailesi daha varlıklı olanların daha çok para kazanmasını sağlamıştır. Bu gerçeği aslında verisel olarak göstermek mümkündür. İktisat biliminde nesiller arası gelir farklılığını gösteren bir değişken var. İngilizcesi “Intergenerational Income Mobility”. Türkçeye ”nesiller arası gelir grubu geçişkenliği” olarak çevrilebilir. Kısaca bir ülkede anne babaların gelir düzeyi ile çocuklarınki arasında büyük farklar varsa, söz konusu değişken daha yüksek; fark düşükse, daha düşük bir değer alır. Kısacası bir toplumda zenginlik anne babadan çocuğa aktarılıyorsa bu değişkenin aldığı değer düşük olur. Aşağıdaki grafik, bu veriyi ülkedeki eşitsizliği ölçen Gini Endeksi adındaki veri ile bir araya getiriyor. Grafiği, “Reinventing Capitalism” isimli meşhur bir kitaptan aynen aktarıyorum. (Mayer-Schönberger, 2018) İsmine Great Gatspy Curve denilen çok meşhur bir grafiktir, bu...

Grafikte görülen şudur: Bir ülkenin eşitlik düzeyi düştükçe bu değişkenin nasıl değiştiğini gösteriyor. Grafikte sağa doğru gittikçe eşitsizlik artıyor. Aşağı doğru indikçe nesiller arası gelir grubu geçişkenliği azalıyor. Bunun anlamı, insanların kazandıkları para miktarının giderek baba ve annelerinin kazandığı para miktarına benzer hale gelmesi, yani zengin insanların çocuklarının da zengin, yoksul insanların çocuklarının da yoksul olması. Nesiller arası gelir grubu geçişkenliğinin fazla olduğu ülkelerde, insanların anne babaları ne kadar zengin ve yoksulsa, onlar da o kadar zengin veya yoksul oluyor. Geçişkenlik azaldıkça çok çalışmak çocukların zengin olması için yetmemeye, zengin kalması için de gerekmemeye başlıyor. Dolayısı ile böyle ülkelerde geliri yüksek ya da düşük işçilerin kendilerini daha üretken hale getirmek için motivasyonları azalıyor.

Eşitsizliğin insanları çalışma konusunda daha çok motive edebilmesi için, onların daha çok para kazanma şanslarını yok etmemesi gerekir. Oysa yukarıdaki grafikte açıkça eşitsizliğin fazla olduğu ülkelerde, nesiller arası gelir grubu geçişkenliğinin azaldığı, insanların ailelerinin sahip olduğu gelir grubuna hapsolduğu gözlenebiliyor.

Bu antre parantezden sonra devam edelim... Asgari ücretle ilgili en güçlü eleştiri, bu uygulamanın işsizliğe yol açtığı eleştirisidir. Açıkçası ben de uzun süre bu eleştiriyi getiren iktisatçılar gibi, ücretlerin artmasının sermayedarların daha az işçiyi işe almasına neden olacağını ve bunun da çalışan insan sayısını azaltacağını düşünüyordum. Elbette bu sorun, yaşlı insanlara emeklilikle ilgili, gençlere de üniversite eğitimi ile ilgili destek verip onların çalışmak zorunda kalmamasını sağlayıp bu sayede iş arayan insan sayısını azaltarak, çalışma saatlerini azaltıp, aynı üretimi yapmak için patronları daha çok işçiyi işe almak zorunda bırakarak ve işsizlere iş arama sürecinde maddi destek olarak hafifletilebilir. Bunların 1980’lerden sonraki neoliberal sermaye birikim biçimi açısından uygulanması ise imkansız... Öte yandan, asgari ücretin çalışan insan sayısını azaltmadığı hatta arttırdığını keşfeden bir iktisadi çalışma olduğunu gördüğümde çok şaşırmıştım. Söz konusu çalışma Card Krueger Deneyi olarak bilinir (Card, 1993). Bu deney, en azından belli koşullar altında asgari ücretteki artışın çalışan sayısını arttırabileceğini, işsizlik oranını azaltabileceğini bulmuştur.

Bu hayret verici sonuç, emek gücünün alınıp satıldığı koşulların, sıradan bir ürünün alınıp satılmasından farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Emek gücünün sahibi olan işçi için, bunu satın alan sermayedar yerine yeni bir sermayedar bulmak çoğu zaman büyük bir zaman, çaba ve kimi zaman da para gerektirir (Ashenfelter, 2010). Birikimi olmayan, gününün büyük bölümünü kendisini işe almış patronu için çalışarak geçiren bir işçinin, bu zamanı harcaması, bu çabayı göstermesi veya parayı biriktirmesi zordur. Bu durum özellikle toplumun en yoksul ve iş bulması en zor kesimleri için, örneğin göçmenler, kadın işçiler, yaşlı işçiler ve dezavantajlı gruplar için geçerlidir. Bu gruplara mensup işçiler çoğu zaman buldukları ilk işte çalışmak zorundadır. O nedenle talep edebilecekleri ücret miktarı fazla değildir. Örneğin bir fast food lokantası böyle bir insanı saati 7,5 dolara çalıştırabilir. Ancak bu fiyata sadece bu maaşa çalışacak kadar çaresiz insanları çalıştırabilir. Görece daha iyi durumda olan işçileri çalıştırmak için ücreti iyileştirmelidir. 7.5 dolara 10 işçi bulan lokantanın 11. işçiyi bulmak için maaşı 10 dolara çıkarması gerektiğini varsayalım.7,5 dolara çalışan 10 işçisi olan bir lokanta, diğer işçilerin maaşı aynı kaldığı sürece 11. işçiye 10 dolar vermekten çekinmeyebilir, ancak 11. işçiyi işe aldığında diğer 10 işçinin ücretini de arttırması gerekecektir. Dolayısıyla 11. işçiyi işe almanın maliyeti çok daha yüksek hale gelir. O nedenle 11. işçiyi işe almaz. Bunun nedeni patronun 11 işçinin 11’ine de 10 dolar vermeye gücü yetse de, 10 işçiyi kişi başı 7,5 dolara çalıştırmayı, 11 işçiyi kişi başı 10 dolara çalıştırmaya tercih etmesidir. Ancak asgari ücret zaten 10 dolarsa ve daha önce işe aldığı 10 işçiye de yasal olarak bu ücreti vermek zorundaysa, o zaman 11. işçiyi işe almanın maliyeti 10 dolardır. Patron 10 işçiyi kişi başı 10 dolara çalıştırmak ile 11 işçiyi kişi başı 10 dolara çalıştırmak arasında tercih yapar ve bu durumda 11. işçiyi işe alır.

Elbette asgari ücret, patronların bu ücreti karşılama gücünü aşan bir noktaya gelirse, o zaman bu durum, gerçekten işe alınan işçi sayısını azaltabilir ve işsizlik artabilir, ancak en azından birçok iktisadi çalışma ABD’de birçok şehirde asgari ücret artışının işsizliği artırmayacağı, aksine azaltacağı yönünde kanıtlar ortaya koymaktadır. İşin güzel yanı asgari ücret, işçilerin arasında en çaresiz ve en düşük ücrete çalışmaya mahkum kesimin, kadınların, göçmenlerin, yaşlıların, gençlerin aldığı ücret düzeyini yükseltip, bu kesimin yaşam standardını yukarı çekmektedir.

Buraya kadar iktisat alanında bu konuda dile getirilmiş öne çıkan fikirleri özetlediğimi düşünüyorum. Yazıyı bitirmeden önce bu tartışmayı kısaca değerlendirmek istiyorum. Bu konu ile ilgili tartışmaların ayrıntılarına girildiğinde yazılabilecek çok şey var. Özellikle işçi hareketinin asgari ücret uygulamasını kabul ettirmek için verdiği büyük mücadeleden, bu yazıda sadece kısaca bahsettim. Bu uygulamayı kabul ettirmek için yürütülen kampanyaların en büyük katkısı, tüm işçilerin, minimum bir yaşam standartına ulaşma hakkı olduğu düşüncesini gündeme getirmesidir. Bu minimum yaşam standardının ne olduğu tartışılsa bile, böyle bir hakkın artık hem bilimsel hem de siyasi alanda kendine yer bulması önemlidir. Yoksulluk ve açlık sınırı gibi kavramlar bu gelişmenin sonucunda günümüzde yaygın olarak konuşulmaktadır.

Bahsettiğim tartışmalar göz önünde bulundurulduğunda, asgari ücret konusunda, enflasyona, işsizliğe yol açtığı ve işçilerin üretkenliğini azalttığı gibi eleştirilerin her zaman doğru olmadığının görülebildiğini düşünüyorum. Ancak içinde bulunduğumuz ekonomik sistemin problemli olduğunu düşündüğüm yanlarını, asgari ücret uygulamasının ne kadar giderebileceği konusunda şüphelerim var. Yukarıdaki tartışmaların içinde en önemli noktanın Marx’ın dile getirdiği görüş olduğu kanaatindeyim. Kısa vaadede birçok şirket için düşük ücretli işçilere daha fazla ücret vermek mümkün olsa da, Marx’ın dile getirdiği gibi işçilerin para biriktirmesini önlemek, kapitalizm için gerçekten hayati derecede önemli midir?.. Uzun vaadede şirketler, işçilerin maaşları dışındaki maliyetlerin artması sonucunda karlarını korumak için işçi ücretlerini kısmak ve daha ucuz işçi aramak zorunda mıdır?.. Bu sorular asgari ücret tartışması açısından da hayati sorulardır. Belki bu soruların temelinde, Marx’ın gündeme getirdiği daha hayati bir soru var. Kapitalizm çalışan tüm işçilere “insanca” bir yaşam sunabilecek bir ekonomik sistem midir?.. İçinde bulunduğumuz ekonomik sistemi sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için bu sorunun yanıtı üzerinde düşünmemiz gerekir.

Referanslar:

1. Annunziata, F. (1980). The Revolt Against the Welfare State: Goldwater Conservatism and the Election of 1964. Presidential Studies Quarterly, 10(2), 254-265.

2. Ashenfelter, O. C., Farber, H., & Ransom, M. R. (2010). Labor market monopsony. Journal of Labor Economics, 28(2), 203-210.

3. Barrett, M., & McIntosh, M. (1980). The ‘family wage’: some problems for socialists and feminists. Capital & Class, 4(2), 51-72.

4. Bennett F. The ‘living wage’, low pay and in work poverty: Rethinking the relationships. Critical Social Policy. 2014;34(1):46-65.

5. Card, D., & Krueger, A. B. (1993). Minimum wages and employment: A case study of the fast food industry in New Jersey and Pennsylvania.

6. Dolar, V. (2013). The treatment of minimum wage in undergraduate economics textbooks revisited. International Journal of Pluralism and Economics Education, 4(2), 157-182.

7. Iversen, T., & Soskice, D. (2020). Democracy and prosperity: Reinventing capitalism through a turbulent century. Princeton University Press.

8. Koçer, R. G., & Visser, J. (2009). The Role of the State in Balancing the Minimum Wage in Turkey and the USA. British journal of industrial relations, 47(2), 349-370.

9. Lang, K., & Kahn, S. (1998). The effect of minimum-wage laws on the distribution of employment: theory and evidence. Journal of Public Economics, 69(1), 67-82.

10. Malthus, T. R. (1986). An essay on the principle of population (1798). The Works of Thomas Robert Malthus, London, Pickering & Chatto Publishers, 1, 1-139.

11. Marx, K. (2004). The General Law of Capitalist Accumulation,.Capital: volume I (Vol. 1). Penguin UK.

12. Marx, K. (2004). Time Wages. The General Law of Capitalist Accumulation, Capital: volume I (Vol. 1). Penguin UK.

13. Mayer-Schönberger, V., & Ramge, T. (2018). Reinventing capitalism in the age of big data. Hachette UK.

14. Smith, A. (1937). On Wages of Labor. The wealth of nations [1776] (Vol. 11937). na.

15. Polanyi, K. (1944). Market and Man. The great transformation. Boston: Beacon.

16. Ricardo, D. (2009). On Wages. On the Principles of Political Economy and Taxation (1821). Kessinger Publishing.

17. Wade, R. H. (2014). The Piketty phenomenon and the future of inequality. Real-world economics review, 69(4), 2-17.

18. Wadsworth, J. (2010). Did the national minimum wage affect UK prices?. Fiscal Studies, 31(1), 81-120.

19. Weisskopf, T. E. (2015). The Rise and Demise of the Postwar Social Structure of Accumulation. In After the Waste Land: Democratic Economics for the Year 2000 (pp. 63-95). Routledge.

20 Temmuz 2022 Çarşamba

Dilin Evrimi ve Ulusların Yükselişi

Ercan Arslan

Dilin oluşabilmesi için belirli bir evrimsel süreç gerekmiştir. Dik yürüme, beyinde konuşma merkezinin oluşması, dille beynin bağlantısı, ses telleri, farenks ve larenks’in oluşması ve larenks’in diğer primat türlerinden aşağıda olması, diyaframın kullanımı gibi unsurların birleşmesi belirli bir evrimsel sürecin sonucudur. Larenks’in aşağıya doğru inmesinin sesteki etkisini, erkeklerde ergenlikte adem elmasının ortaya çıkması ve sesin kalınlaşması örneğiyle açıklayabiliriz.

Dilin gelişiminin sonraki aşamasında ise doğanın ve yaşamın somut gerçeklikleri etkilidir.

İnsanın doğada hayatta kalabilmek için tek başına değil de birlikte grup halinde yaşaması, uzun çocukluk dönemi ve ana bakımının uzun sürmesi ile görece uzun yaşaması sosyalleşmesini, iletişim halinde olmalarını, önceleri basit sesler, işaret dili, jestler-mimikler şeklinde bir iletişimi doğurmuştur. Zamanla kültürel birikiminin artması, alet teknolojisinin gelişmesiyle farklı geçim yolları edinmeleri, nüfuslarının artması, uzmanlaşma, grupların değiş-tokuşlarda iletişimde olmaları, dilin gelişimini ve değişimini zorunlu hale getirmiştir. Büyük gruplarla yaşanmaya başlanması kelimelerin çeşitlenmesini sağlamıştır.

İnsanın doğada zayıf yapıda olması, grup halinde yaşamasını ve birbirleriyle sürekli iletişim içinde olmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum, bazı hayvan türlerinde de gözlemlenmektedir. Örneğin mirketler, bir tehdit algıladıklarında uyarı mahiyetinde değişik sesler çıkarabilmekte ve grubu haberdar etmektedirler. İnsan grupları da kendinden daha donanımlı vahşi hayvanlara karşı, sürekli bir iletişim içinde olmuşlardır. İlk başlarda ellerindeki alet teknolojisi yeterli düzeyde olmadığından, ter bezlerinin verdiği avantajın da yardımıyla, etçil hayvanları takip etmişler, onların kovaladıkları ve yoruldukları için yakalayamadıkları hayvanları rahatlıkla avlayabilmişlerdir. Bunun için ise, organize bir faaliyetin ve iletişimin olması gerekmekteydi.

M.Ö. 6000’lerde Bereketli Hilal ve onun çevresine yakın bölgelerde dillerin yayılışı 9 gruba ayrılır:

1. Ural grubu 2. Hint Avrupa 3. Batı Akdeniz 4. Kafkas Grubu 5. Elam –Dravid 6. Afrika Asya 7. Sümerce 8. Nil sahra 9. Nijer Kongo grubu (İlkçağ Tarihi Atlası–ColinMcEvedy –Sabancı Üniv. Yayınları, Giriş s. 3).

Hint Avrupa dil grubu da kendi içerisinde alt kollara ayrılabilir:

1. Hititçe

2. Doğu Hint Avrupa

   A. Ari (Hindi İrani –Farsça, Hintçe, Kürtçe)

  B. Baltık, SlavGerman (Litvanca, Lehçe, Rusça, İngilizce, Almanca)

  C. Yunan, Trakça (Yunan Frig, Ermenice)

3. Batı Hint Avrupa

 A. ilirya (Arnavutça)

B.  Kelt, İtalik (Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Galce) (İlkçağ Tarihi Atlası, s. 6)

M.Ö. 9000’lerde Bereketli Hilal’de ön tarım bölgesi oluşur; önceden burada, belirli bir etnisite ve belirli bir dil ailesi mevcut değildir. Tek insan türü olarak Homo Sapiens Sapiens yaşamaktaydı ve küçük gruplar halindeydi. Belirli bir dil birliği mevcut değildi. Tekniğin gelişmesi, ön tarımın oluşması, hayvanların evcilleştirilmesi, Bereketli Hilal’de meydana gelmiştir. Artık ürünün oluşması ve buraların daha güvenilir hale gelmesi, bu bölgenin dışında yaşamakta olan kavimleri bu bölgelere getirmiştir. Sürekli göç hareketleri bu bölge ve çevrelerinde olmuş, kültür karışımları meydana gelmiştir. Hangi kavim gelmişse daha öncekini ya özümsemiş ya da asimile etmiştir. Belirli bir dil birliği de söz edilemez; gruplar daha önceden yalıtık durumda olduklarından dilleri coğrafik düzeyde kalmaktaydı, ama zamanla bir bölgede harmanlandığı için değişikliğe uğramıştır.

Palaca, Luwice, Hatti ve Hurri gibi dil grupları Anadolu’da bilinen ilk dillerdir. Bu dil gruplarının da bu bölgeye dışarıdan gelmesi muhtemeldir veya sonradan oluşturulmuştur. Çünkü tarım ve yerleşikliğe geçmeden önce küçük gruplar halinde yaşandığından, her grubun dili farklıdır ve çok kısıtlıdır, dildeki kelime sayısı azdır. Dildeki gelişme teknik olarak gelişmenin, ortak hareket etmenin ve toplumsal bütünleşmenin bir sonucudur. Tarımın gelişmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi daha toplumsal bir yapının zorunlu olmasını beraberinde getirir, dil zenginleşir, gruplar ortak bir dil meydana getirmeye başlarlar. Kültürel etkileşim dil etkileşimini sağlar, kelimeler iç içe geçer, farklı dil grupları kompleks bir yapıya dönüşür.

Bu bölge zenginleştikçe ve daha güvenli bir yaşam alanı oluştuğundan, başka gruplar tarafından işgal edilmiştir. Hangi grup geldiyse, hâkimiyetini sağlarken, bazen mevcut kültürü benimser, bazen de onu yok ederek asimile etmeye çalışır.

Dil geçişkendir ve değişime uğrar. Belirli bir halkı ve kavmi temsil etmeyebilir. Dil, etnik kökeni belirlemez. Palaca, Hurrice, Hattice, Hititçe (Neşaca), Luwice harmanlanır, iç içe geçer, hangi grup gelmişse kendi dilini ön plana çıkarır ve kendi etnik kökenini dilsel olarak birleştirme yoluna girer. Bu yüzden Anadolu ve Orta Doğudaki halklar saf değil, mozaiktir; belirli halkların Türkçe konuşması onların Türk olduğunu ve Kürtçe konuşması da onların illaki Kürt olduğunu kanıtlamaz. Etnik köken ayrıdır, dilsel köken ayrıdır. Örneğin Göbeklitepe’de bulunan iskeletlerin DNA yapılarının, bu bölgede şimdi yaşayanlarla aynı çıkması, onların Türk ya da Kürt olduğunu kanıtlamaz. Bilakis bu teoriyi çürütür; bu durum, etnitsitenin ve dil oluşumunun sonradan edinildiğinin ve burada yaşayanların Homo Sapiens olduğunun kanıtıdır. İnsanlar buranın yerleşik halklarıdır ve sonradan her gelen kavim, bu insanlarla kaynaşmıştır.

Yine örneğin Burdur ilinde bulunan Hacılar höyük’te  (M.Ö. 8000 yılları) bulunan iskelet kalıntılarının DNA’sı, bugün bu bölgede yaşayanlarla aynıdır; bu insanlar bugün Türkçe konuşmaktadırlar, buradan bu insanların etnik açıdan Türk olduğu sonucu çıkmaz. Etrükslerin İtalya’ya Anadolu’dan göç etmesi ve bugün bu bölgedeki insanlarla aynı DNA yapısında olmaları, Etrükslerin Türk olduğunu kanıtlamaz, bilakis buradakilerin etnik olarak Türk olmadığının kanıtıdır. Bizim Türkçe konuşuyor olmamız da, etnisite olarak Türk olduğumuzu kanıtlamaz, Türkiye Cumhuriyeti’nde Türklerin oranı ancak % 10-15 düzeyindedir. Bu bütün uluslarda ve devletlerde böyledir, ulus etnik kökene bakmaz, dille de etnisiteyi ayırmamız gerekir. Kim bölgeyi hâkimiyetine almışsa kendi kökenini üstün kılmıştır. Bu bölge Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlıdan önce, Rumdur, Ermenidir, Kürttür, ondan önce de Frigdir, Urartudur, Hititdir, Hattidir, Hurridir,  Luwidir, daha öncesindeyse Homo sapienstir. Kim gelmişse diğerini asimile etmiştir.

Halkların birbirlerini asimile etmesini önlemenin yoluysa, eşitçe birlikten ve kardeşçe bir arada yaşamaktan geçmektedir. Bunu kabul edersek, işte o zaman birlikte, kardeşçe ve barış içinde yaşayabiliriz. Baskı tepkiyi doğurur ve ayrışmaya sebebiyet verir. Oysa bu dünyada kimse kimseden üstün değildir. Halkların kardeşliği her halkın dilinin serbestçe konuşulmasının sağlanmasıyla gerçekleşebilir. Kürt hareketinin bazı kesimleri, bugün Kürt halkının tarihte en eski halklardan biri olduğunu, çoğu medeniyetin ilk temsilcileri olduğunu iddia etmektedirler. Bu görüşe göre örneğin, Göbeklitepe’yi yaratanlar, Hurriler, Gutiler, Urartular, Medler vb. Kürttür. Bu görüşlerin, eleştirdikleri Türk milliyetçilik ideolojisinden ne farkı vardır?.. Onlar da herkesi Türk yapmakta, Göbeklitepe, Sümerler, Etrüksler, Kızılderililer, Hititler vb. hepsi Türktür demekteler. Oysa bizler, hepimiz bu bölgenin yerli halklarıyız ve kökenimiz, Homo Sapiens’e dayanır. Bizler buradayız, bir yere gitmedik; her yeni gelenle kaynaştık. Bu yüzden hepimizin DNA yapısı araştırılsa, bu bölgede 10 bin sene önce yaşayanlarla benzer çıkacaktır.

Hatti ve Luwi düşmanlığı, sonradan gelen Hititlerin işine yaramıştır. Hititler, Hattilerin hamiliğine soyunarak, Anadolu’yu hâkimiyetlerine almışlardır; Luwiler’in, Hattilerin karşısında daha üstün olmalarından dolayı, sonradan gelen Hititler daha güçsüz olan Hattilerin doğal müttefiki olmuşlardır. Hattiler güçlü olsalardı, Hititlere gerek olmayacaktı. Hattiler, Luwilere karşı Hititleri askeri güç olarak kullanmışlardır; askeri gücün Hititlerde olmasından dolayı, kolayca Hatti ülkesini özümsemişler, onların kültürlerini olduğu gibi kabul etmişlerdir. Hititler, Hattilerin sınırlarına dayandıklarında Hattiler, Luwilere karşı bu gücü kullanmışlardır; bu yüzden Hititler, Hatti ülkesini yıkıp kendi kültürlerini dayatmamışlar, bilakis mevcut Hatti kültürünü kendi kültürleriyle harmanlamışlardır. (Daha sonraki tarihlerde Memlükleri de, bu tarzda düşünebiliriz; M.S. 1200’lerde paralı Türk kökenli köle askerler, bu dönemin İslam devletlerinde yer almışlar ve bir dönem iktidarı da ele geçirmişleridir.)

M.Ö. 800-700’lerde doğudan Medler (Kürtlerin ataları olması muhtemel) daha sonra da Persler gelmeye başlamıştır. Medler, Lidyalılarla komşu olmuş, bunun neticesinde birbirleriyle mücadele etmişlerdir. Aralarında savaşlar meydana gelmiş, ama birbirlerine üstünlük sağlayamamalarının neticesinde geçici bir barış sağlanmıştır. Bunu perçinlemek için de, Lidya hükümdarı kız kardeşini Med hükümdarına vermiştir. Bu savaşlar, bu devletleri güçten düşürmüştür, “Lidyalılarla Medlerin rakip olması Perslerin işine yaramıştır. Pers hükümdarı Kyros, Med hükümdarı Astyages’i tahtından ettikten sonra (Astyages, Lidya hükümdarı Kroisos’un kız kardeşinin kocasıdır) Kroisos, Perslerle karşı karşıya gelmiştir” (Lidyalılar-Mythos’tan Logos’a, Prof. Dr. Muzaffer Demir, s. 250) Persler ilkönce Medleri yenmiş, Med ülkesini ele geçirmiş, daha sonra da Lidya ülkesini ele geçirmiştir.

Şimdi de “ulus” kavramını açıklamaya çalışalım… Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun adlı kitabında “ulusu” şöyle tarif eder;

 “Ulus nedir? Ulus her şeyden önce bir topluluktur; insanların belirli bir topluluğu. Ama bu topluluk ırk ya da aşiret kökenine dayanan bir topluluk değildir. Modern İtalyan ulusu, Romalılar, Cermenler, Etrüskler, Yunanlılar, Araplar ve diğerlerinden oluştu. Fransız ulusu; Galyalılar, Romalılar, Britanyalılar, Cermenler ve benzerlerinden oluştu.” (Marksizm ve Ulusal Sorun, J.V. Stalin, s. 13-14, Evrensel Basım)

“Ulus; tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen, ruhsal biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğudur.” (a.g.e, s. 16)


Uluslaşma süreci, kapitalizmin gelişimiyle birlikte önem kazanmaya başlamıştır. Ekonomik ilişkilerin gelişmeye başlaması, üretim yoğunlaşması, üretimin daha kompleks bir yapıya bürünmesi, daha merkeziyetçi bir devlet yapısının oluşmasını sağlamıştır. Kapitalist pazar oluşurken, ulusal devletler de şekillenmiştir.

Ne zamanki yerleşik düzene geçilmiş, sınıfsal ilişkiler oturmaya başlamış, “benim toprağım benim mülküm” öne çıkmıştır. İlk sınıflı toplumlarda üretim ilişkileri kısıtlı olduğundan dolayı sadece dil birliğine dayalı küçük yapılar hâkimdi. Zamanla üretim ilişkileri gelişmiş, bunun sonucunda da daha geniş alanları kapsayan devlet yapıları oluşmuştur. Öte yandan, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemiyle, emperyalist çağ içindeki uluslaşma sürecini birbirinden ayırmak gerekir. Kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde ülkeler, üretimi kendileri için ve iç pazarın gelişme sürecine uygun yapmaktaydılar. İlkönce üretimi kendi iç gelişmeleri için yaptılar. Üretimi merkezileştirme, bir arada tutma, birleşik hareket etme, sınıflar arası işbirliği, kendi ülkesi ve toprağı için bir arada yer alma, ülkeyi kalkındırma gibi unsurlar, uluslaşmayı ve ulus devletleri beraberinde getirmiştir. Zamanla üretimin merkezileşmesi ve bollaşması, kapitalistler arasındaki rekabet, ilk önce iç pazarın sonraki süreçte de dış pazarın gelişmesini sağlamıştır. Kapitalizm serbest rekabetçi dönemden emperyalist aşamaya geçmeye başlamış, hammadde ve pazar ihtiyacı doğmuş ve başka toprakları ele geçirme öne geçmiştir. Sermayenin sürekli üretimi ve artması başkalarının zararına bir büyümedir ve bazı ülkelerin sömürülmesine evrilir. Kapitalistler, ülkeleri için uluslaşmayı kendi açılarından doğru kabul ederler ama sömürülen ülkeler için bunu kabul etmezler ve baskı yöntemini uygularlar. Ya da sömürdükleri ülkelerin mevcut iktidarındaki güçlü olan kesimi destekleyerek, diğer ulusları görmezden gelirler. Bunu da savundukları ve destekledikleri kesimler, kendileri için bir sorun teşkil etmedikleri süre boyunca yaparlar. Şimdi biz emperyalist bir çağda yaşıyoruz ve eşitsiz bir gelişme mevcuttur. Bir tarafta ileri gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkeler ve tekeller, diğer tarafta ise gelişmekte olan ve daha geri bir yapıda olan ülkeler ve uluslar bulunuyor. İleri kapitalist ülkeler kendi gelişmeleri döneminde “ulus” kavramını doğal görürlerken, sömürgecilik döneminde ezilen halkların uluslaşmasını, çıkarları açısından doğal görmediler. Böyle görürlerse çıkarları sarsılacaktı…

Eğer bütün dünyada şartlar ekonomik gelişme açısından eşit olsaydı, sınıfsal ilişkiler olmasaydı, insanlar ve uluslar/halklar arasında da bir eşitlik sağlanmış olurdu. Halkların kaynaşması, zihinlerde oluşturulmuş farklı ulus kavrayışlarının yok olması, ancak kapitalist özel mülkiyet kavramının yok edilmesiyle mümkün olacaktır.